Olasılıksal Düşünce’nin Öncülleri
Olasılıksal düşüncenin ne olduğunu açıklamadan önce, anlatmam gereken bazı “öncül” konular var. Bu noktaların üzerinden geçmeden kavramın ana anlatımına geçmeyi mümkün görmüyorum. Şimdiden ilginiz için teşekkür ederim.
Elli yıldan uzun bir süre önce, genellikle modern yönetimin öncüsü olarak kabul edilen Peter Drucker, bilgi toplumuna geçiş öngörüsünde bulundu. Drucker öngörüsünde, bilginin iş dinamiklerini temelden değiştireceği ve bilginin en önemli ekonomik kaynak olarak ortaya çıkacağı bir paradigma değişimi kehanetinde bulundu. Mesleki çabaları fiziksel efora değil bilişsel yetilere dayanan bireyleri tanımlamak için “bilgi çalışanları” terimini icat etti. Bunlar, karmaşık meseleleri deşifre etmek, çoklu değişkenleri düşünmek ve siyasi dinamiklerin derinliklerini görebilen stratejileri formüle etmek için entelektüel emek harcayan bireylerdir.
Mesela yeni nesil “bilgi temelli” Siyasi liderler, özünde bilgi işgörenleri olarak, sürekli gelişen siyasi ortamda en ihtiyatlı hareket tarzlarını “bulma” sorumluluğuyla görevlendirilmişlerdir. Sayısız faktörü ustalıkla tartmalı, çeşitli bilgi kaynaklarından içgörüler çıkarmalı ve bilinçli kararlar vermek için incelikli bakış açılarını sentezlemelidirler. Bu bağlamda, olasılıksal düşünme siyasi liderler için çok önemli bir zihinsel model haline gelir ve onlara belirsizlikleri değerlendirmek, potansiyel sonuçları tahmin etmek ve siyasi karar alma sürecinin doğasında bulunan belirsizlikleri stratejik olarak yönlendirmek için bir çerçeve sunar. Yani olmazsa olmaz ve bir insanda yoksa da yoktur.
Ya da liderlerinin ötesinde siyasi partiler, bilgiye dayalı varlıklar olarak, gelecekle ilgili varsayımların sürekli değerlendirmesini yaparlar. Çabalarının etkinliği, bu varsayımların erken ve sık sık somut sonuçlarla ustaca doğrulanmasına bağlıdır. Bu yinelemeli süreç, siyasi partilerin neyin gerçekten değer getirdiğini ayırt etmelerini sağlar ve aynı derecede önemli olarak, yanlış yönlendirilmiş çabalara zaman ve kaynak yatırımı yapmalarıyla ilişkili riskleri azaltmalarına yardımcı olur. Bu başlıklarda ayrım yapamayarak, riskleri azaltamayan partiler var olsalar ne olur? Olmasalar ne olur? Koca bir hiç…
Dahası, siyasi karar alma süreçlerinin temelini oluşturan bilgi çalışmalarının doğası gereği öngörülemez olduğu da bir gerçektir. Mesela konvansiyonel olmayan savaş (Gayri Nizami Harp de diyebiliriz) bu öngörülemezliği daha da vurgulayarak esnek ve uyarlanabilir düşünmeyi gerektiren yeni zorluklar ortaya çıkarır. Geleneksel olmayan tehditlerle mücadele eden siyasi liderler ve taraflar, geleneksel bilgeliğin çoğu zaman yetersiz kaldığı asimetrik çatışmaların keşfedilmemiş alanlarını net şekilde görebilmek için “olasılıksal düşünceyi” “doğru tekniklerle” kullanmalıdır. Peki burada yapılması gerekenler günümüzde tam anlamıyla yapılabiliyor mu? Bu sorunun cevabı uzun tartışmalar ile verilebilecek ve bakanın tarafından lafın rahatça sündürülebileceği cevaplar barındırıyor.
Kim ne derse desin bir nokta gayet nettir: “Bilgi” çevrenizdeki hayati emtiaların bile yerini almış ya da almak üzeredir. Tarihsel olarak altın ne idiyse ya da bugün dolar ne ise, yakın gelecekte “bilgi” o olacaktır.
Tabi şunu unutmamak gerekir. Bilgiye mutlak doğrulukla ulaşmanın önünde engeller vardır.
Bu engeller bir birey olarak özellikle canımı sıkmakta ve zaten bu yazı dizisine başlamama sebep olan durumu da doğurmuştu. Eskiden kardeşlik örgütlerinde saklanan bilgiler bugün çok satılan kitapların ya da “guruların” “yemi” gibi insanlara fırlatılmakta ama insan her ne kadar (hepsine varlıkları dolayısıyla saygı duysam da) “kümes hayvanı” olarak görülüyor fakat şu anda birçoğu gerçekten çok ama çok gelişmiş ruhlara sahip. Benim şüphem yok, sizin var mı? Ya da eskiden bilgi kıt iken şu anda istemediğiniz kadar yoğun bir bilgi birikimi yetenekli bilgelerin ellerinde işlenmeyi beklemekte. Yani varlık içinde yokluk çeken çalışkan beyinler bile eninde sonunda klasik fizikteki “zaman” engeline takılmaktadır.
Yani, o ya da bu şekilde algısal sınırlamalar bireyleri etkiler. İnsanlar, dünyayı algılamak için sınırlı duyusal kapasitelerle donatılmıştır. Renk körü birisi, renklerin tam bir yelpazesini tam olarak anlayamaz. Bu durum, kişisel algısal sınırlamaların, gerçeğe ulaşma çabalarını kısıtlayan bir faktör olduğunu gösterir. Buna ek olarak, dilin sınırlamaları da bir engel oluşturabilir. Filozof Ludwig Wittgenstein, (Bence Türkçe bunun dışındadır çünkü matematik temellidir ama) dilin sadece o dil içinde anlam ifade ettiğini savunmuştur. Bu durumda, bir düşünceyi tam olarak ifade edebilmek için kullanılan dilin sınırlamaları, gerçeğin anlaşılmasını zorlaştırabilir.
Plato‘nun mağara alegorisi, gerçeğe ulaşmanın bir diğer engelini gösterir. Bu alegoriye göre, insanlar bir mağarada zincirlenmiş olarak doğruların yansımalarını görmekte ve gerçek dünyayı bilmeden sadece gölgelerle yetinmektedirler. Bu, algılarımızın sınırlı olması ve sadece gördüklerimize dayanarak mutlak doğruya ulaşmanın güçlüğünü vurgular. Dahice bir düşünüş biçimidir.
Son olarak, perspektifin öznellikleri de gerçeğe ulaşmada engel oluşturabilir. Farklı kişiler, olayları farklı açılardan görebilir ve bu da gerçeği tam anlamıyla kavramayı zorlaştırabilir. Bir olayın gerçek anlamını anlamak için farklı bakış açılarını birleştirmek gerekebilir.
Yani olasılıksal düşünce algoritmaların içerisinde nerede durduğunu öngöremeyenler için gerçek; hep Kaf dağının ardındadır.
İnsanlar Yanılmayı, Belirsizlikte Kalmaya Tercih Eder
Aslında bakarsanız oldukça üzücü bir durum ama gerçek bu.
Olasılıkların karmaşık dünyasında, tartışmalara hâkim olan soru hep kesinlik arayışıdır- belirli bir görevin veya girişimin ne zaman sonuçlanacağını tam olarak belirleme arzusu-. Ancak bu uzun soluklu arayış sadece lojistik bir zorluk değildir; insan karar verme mekanizmasının karmaşık psikolojisini derinlemesine kapsar. İlginç bir şekilde, kesinlik arzusunun ortasında bir paradoks ortaya çıkar- insanlar, yanılmak ve belirsiz kalmak arasında bir seçimle karşı karşıya kaldıklarında, genellikle birincisine yönelirler.
Sıklıkla da insanlar bu cümleyi yazılı halde görünce (buna ben de dahil olmak üzere) kendileri haricinde herkesin bunu yapmaya meyledebileceğine inanırken, kendilerinin bunu yapmaya meyilli olmadığına inanır. Bu meyil tipini liyakati kendi dışında herkeste arayanlarda her gün görmekteyim. Üzücü tabi ama karanlık, ışığın olduğunun en büyük ispatıdır. Ben her sabah o güneşin bize inandığı için doğduğuna, ayın da karanlığın içerisinde ışığa yer olduğunu unutmamamız için var olduğuna inanırım.
Türklere gelecek olursak; belirsizliği kucaklamak yerine yanlış da olsa kesin bir cevabı tercih etmeye yönelik bu eğilim, kültürel dokumuza derinlemesine işlemiş acı veren bir korkuya bağlanabilir- bilinmeyene (ve onun doğurduğu belirsizliğe) duyulan korku. Seçkin bir Hollandalı nüfus biyoloğu olan Profesör Geert Hofstede (ki bir önceki yazıda oldukça fazla detayını vermiştim; o yazıya göz atmalısınız), değerlerin ulusal kültür üzerindeki etkisini araştıran kapsamlı bir çalışmayla bu kültürel boyuta ışık tutmuştur. Hofstede tarafından tanımlanan altı boyuttan biri olan belirsizlikten kaçınma endeksi kavramı, bu eğilimin anlaşılmasında özellikle önem kazanmaktadır.
Bakın hala konunun öncüllerindeyiz, konuya başlayamadık. Sanırım konu açıldıkça bunun sebebini daha net şekilde hissediyorsunuzdur. Ben gene de bir kez daha bir önceki yazıda ele aldığım Hofstede’nin derdini özetleyeyim. Malum okumayı sevmiyoruz çünkü okumak, Alman malı araba ya da ABD yapımı telefon değil…
1’den 100’e kadar bir ölçekte ölçülen belirsizlikten kaçınma endeksi, bir toplumun belirsizlikten duyduğu rahatsızlığın barometresi olarak hizmet eder. Endeks ne kadar yüksekse, o toplumda belirsizlikten kaçınma da o kadar yüksektir. Güçlü bir belirsizlikten kaçınma endeksi ile karakterize edilen uluslar, alışılmışın dışındaki fikirlere veya bilinmeyene yönelik girişimlere karşı belirgin bir hoşgörüsüzlük sergileyerek katı inanç ve davranış kurallarını destekleme eğilimindedir.
Risklerin yüksek olduğu ve eylemlerin sonuçlarının toplumlar genelinde yankı bulduğu siyasi-bireysel-ticari karar alma bağlamında, belirsizlikten kaçınma önemli bir etki faktörü haline gelir. Belirsizlikten kaçınma endeksinin yüksek olduğu bir kültürel ortamda faaliyet gösteren siyasi liderler, yöneticiler, doktorlar, mühendisler, kişisel gelişimciler ya da sevgililer kendilerini potansiyel olarak yanlış olsa da kesin bir teslim tarihi vermek zorunda bulabilirler. Belirsizlikten duyulan rahatsızlık, karar alıcıları, uzun vadede yanlış olduğu ortaya çıkacak bir bilgi vermek anlamına gelse bile, netlik tercihine iter. Yanlıştır ama nettir. Gerçek kimin umurunda?
Bu kültürel eğilim sonuçsuz değildir. Yanlış da olsa tek ve kesin bir teslim tarihi sunma arayışında, eksik veya hatalı bilgilere dayalı kararlar alma riski vardır. Belirsiz olma korkusu, istemeden de olsa yanlış bilgilerin veya yanlış yönlendirilmiş stratejilerin yayılmasına yol açabilir ve potansiyel olarak her türlü örgütlü ya da bireysel girişimin etkinliğini engelleyebilir. Kesinliğe yönelik bu kültürel önyargının farkına varılması, özellikle de günümüz Türkiye’sinde siyasi yönetimin karmaşık ortamında zorunluluk haline gelmiştir. Siyasi liderler ve karar alıcılar, belirsizlik yerine netliği tercih etme yönündeki toplumsal eğilimin farkında olarak bu psikolojik arazide gezinmelidir.
Biraz daha izin verin. Ana tanımlara geçmeye ve bu ana tanımlandırmaları örneklendirmeye az kaldı.
Tahmin ve Öngörü Arasındaki Fark
Birbiri yerine kullanılan ama aslında bizi hayatta çok farklı yerlere savuran iki “kuzen” kavram…
Bilgi ile alakalı her iş içerisinde (siyasi – ticari ve özel hayat) her zaman sorulan “Bu iş ne zaman bitecek?” sorusu, bilgiye dayalı görevlerin karmaşık ve öngörülemez doğası içinde gelecekteki “teslimat” tarihlerini tahmin etmenin doğal zorluğunu özetlemektedir. Teslimat zaman çizelgelerinin tahmininde hassasiyet arayışı iki farklı yaklaşımla ele alınır: tahminler ve öngörüler. Bu metodolojiler arasındaki nüansları anlamak, özellikle finans, örgüt kuramı, siyaset bilimi, özel hayat ve hatta üzerine çok konuşulmasa da konvansiyonel olmayan savaş bağlamında, belirsizliklerin üstesinden gelmek için çok önemlidir.
Genellikle tahminlerden -öznel yargılardan veya sezgisel içgüdülerden türetilenler-, belirli bir tarih veya sabit bir gün sayısı gibi tek bir tahmini değerle karakterize edilir. Özellikle, tahminler olasılığın doğal bir kabulünden yoksundur ve bilgi işinin doğasında bulunan öngörülemeyen değişkenleri hesaba katmak söz konusu olduğunda potansiyel bir sınırlama içerir. Mesela ülkemiz siyasetinde sık sık yapıldığı üzere ortamın belirsizlikler ve dinamik faktörlerle dolu olduğu siyasi karar alma bağlamında, yalnızca tahminlere güvenmek, doğru zaman çizelgelerini sürdürmede zorluklara yol açabilir. Ki herkes için açıyor da.
Buna karşılık tahminler, daha incelikli bir bakış açısı sağlamak için geçmiş performans verilerinden yararlanarak veri odaklı bir yaklaşım benimser. Tahminler, bu değerlerin gerçekleşme olasılığının bir değerlendirmesiyle birlikte bir değerler aralığı olarak tahminleri iletir. Bu yöntem, potansiyel sonuçlara ilişkin daha kapsamlı ve olasılıklı bir anlayış sunmakta, daha hızlı, uygun maliyetli ve güvenilir olduğunu kanıtlamaktadır. Kararların sonuçlarının toplumlar genelinde yankı bulduğu siyaset bilimi alanında, tarihsel verilere dayalı tahminlere güvenmek siyasi stratejilerin ve girişimlerin hassasiyetini artırabilir.
Geçmiş performans verilerine dayanan “olasılıklı” bir yaklaşımı benimsemenin önemi, siyasi yönetim alanında daha da belirginleşmektedir. Siyasi karar alma sürecinin karmaşıklığı, öngörülemeyen olaylar ve değişkenler potansiyeli ile birleştiğinde, basit tahminlerin ötesine geçen bir yöntem gerektirir. Siyasi bağlamlarda olasılıklı düşünme, sürekli olarak “Başka ne olabilir?” ve “Ya yanılıyorsak?” gibi sorular sormayı içerir yani siyasi dinamiklerin çok yönlü doğasını kabul eden bir zihniyet üzerinde ilerler.
Olasılıksal tahminlerin karar alma süreçlerine entegre edilmesi, daha fazla öngörülebilirlik ve paydaş güveninde iyileşme vaat eder. Mesela eylemleri ulusların yörüngesini şekillendiren siyasi partiler ve liderler dünyasında, potansiyel sonuçların olasılıksal anlayışına dayalı (yani bilinçli) kararlar almak stratejik bir zorunluluk haline gelir. Sonuçları ise halkın güveni olarak partiye geri döner.
Pratik bir strateji olarak, olasılıksal tahminlerin geleneksel yaklaşımlarla birlikte kullanılması, karşılaştırma ve değerlendirme için değerli bir fırsat sunmaktadır. Geçmiş performans verilerinin geleneksel yöntemlerle birlikte kullanılması, siyasi bağlamlarda karar alıcıların hangi yaklaşımın daha güvenilir sonuçlar verdiğini gözlemlemelerini sağlar. Zamanla, olasılıksal düşüncenin etkinliği belirginleşir ve siyasi karar alma sürecinin karmaşık arazisinde gezinirken seçmenlere değer sunmak için kolaylaştırılmış ve verimli bir yol sunar.
Asıl Konuya Gelelim: Olasılıksal düşünme nedir?
İşte şimdi sıra adı sürekli bu yazı içerisinde geçen o düşünce modelini açıklamaya geldi.
Kökleri matematiksel ve mantıksal araçlara dayanan olasılıksal düşünme, belirli sonuçların gerçekleşebilme olasılığını tahmin etmek için temel yaklaşımdır. Sonsuz derecede karmaşık bir dizi faktör tarafından yönetilen bir dünyada, bu düşünce tarzı karar verme süreçlerinin hassasiyetini ve etkinliğini artırmak için güçlü bir araç olarak elde bulunduranları sürekli galip kılar. Olasılık kavramı, geleceğin doğasında var olan öngörülemezlik nedeniyle gerekli hale gelir. İkili bir perspektifte, olaylar ya gerçekleşir ya da gerçekleşmez, ancak zorluk hangi sonucun ortaya çıkacağına dair mükemmel bilginin eksikliğinde yatmaktadır.
Olasılık kuramının temeli, geleceğin doğasında var olan öngörülemezliği kabul etmeye dayanır. Tüm değişkenlerin bilinemediği ve verilerdeki en küçük hatanın tahminleri önemli ölçüde etkileyebildiği bir dünyada mükemmel öngörüye ulaşmak mümkün değildir. Bunun yerine, bireyler olayların olasılığını tahmin etmek için gerçekçi ve faydalı olasılıklar üretebilirler. Birden fazla değişkenin etkileşime girdiği ve beklenmedik faktörlerin sonuçları şekillendirebildiği siyasi karar alma bağlamında, olasılıksal düşünceyi benimsemek çok önemli hale gelir.
Modern toplumun karmaşıklıklarından önceki bir dönemde evrimle şekillenen insan bilişi, doğası gereği (olasılıksal) sezgisel yöntemler içerir. Psikolog Daniel Kahneman ve Amos Tversky tarafından dile getirilen bu zihinsel kısayollar, bugün yaşadığımızdan çok farklı bir dünyada hayatta kalmak için geliştirilmiştir (Ancak, odak noktasının sadece hayatta kalmaktan, karmaşık sosyal sistemler içinde gelişmeye, rekabet etmeye ve bilinçli kararlar almaya kaydığı siyaset biliminin çağdaş manzarasında, olasılık farkındalığının bilinçli bir entegrasyonu esas olmalıdır. Tabi bu “bence”).
Evrimsel olarak kökleşmiş sezgisel yöntemler, hayatta kalma bağlamında rasyonel olsa da, siyasi dinamiklerin sunduğu çok yönlü zorluklar karşısında yetersiz kalabilir. Modern zamanların karmaşık sosyal yapıları içinde gelişmek ve etkili kararlar almak için, bireylerin bilişsel süreçlerini bilinçli bir şekilde olasılıklar konusunda yüksek bir farkındalıkla güçlendirmeleri gerekir. Bu, olasılığın nasıl işlediğini, olası sonuçları değerlendirmek için nasıl kullanılabileceğini ve farklı arenalarda rekabet avantajı elde etmek için nasıl kullanılabileceğini anlamak ana hedef olmalıdır.
Karar vermeye yönelik bilişsel bir araç olarak olasılıksal düşünme, belirsizlik ve olasılığın inceliklerini araştıran birkaç temel unsuru kapsar. Üç kritik bileşen -Bayesçi düşünce, şişman kuyruklu eğriler ve asimetriler- özellikle siyaset bilimi, siyasi partiler, liderler ve konvansiyonel olmayan savaşın dinamik bağlamında, kişinin karmaşık olasılıklar ortamında gezinme becerisini geliştirmede önemli rol oynar.
Olasılıksal Düşünce ve Bayes
18’inci yüzyılda yaşamış olan Thomas Bayes, yeni verilerle karşılaşıldığında olasılıkların ayarlanması etrafında dönen bir yöntem olan Bayesçi düşünceyi ortaya atmıştır. Esasen, karar verirken ilgili tüm önceki bilgileri kullanmayı vurgular. Bence günümüzde bile özellikle yönetim, kişisel psikoloji ve siyaset bilimi bağlamında, Bayesçi düşünceyi anlamak karar vericiler için güçlü bir çerçeve sağlayabilir.
“Şehirdeki Hırsızlık Vakalarında Artış Endişe Verici” başlıklı bir manşetle karşılaştığınızı düşünelim. Bu tür bir haber, Bayesçi düşünceyi kullanmadan önce, doğal olarak bireyin korku ve endişesini tetikleyebilir. Ancak, Bayesçi yaklaşım, mevcut bilgileri bu yeni bilgiyle birleştirerek daha dengeli bir değerlendirme yapmaya teşvik eder. Nasıl mı? Örneğin, şehirde genel olarak suç oranlarının azaldığını ve güvenlik önlemlerinin arttığını biliyorsanız, artan hırsızlık olaylarına ilişkin haber daha geniş bir bağlamda değerlendirilebilir. Bayesçi düşünce, bu önceki bilgileri (şehrinizdeki genel suç eğilimleri dahil) yeni bilgiyle birleştirerek, hırsızlık olaylarının gerçek potansiyelini daha sağlıklı bir şekilde değerlendirmenize olanak tanır.
Türkiye’deki sağlık durumu üzerine odaklanarak Bayesçi düşünceyi uygulayalım. Eğer 1958’den 2023’e kadar tüberküloz teşhislerindeki sürekli azalma trendini biliyorsanız, Bayesçi analiz, yeni bir tüberküloz salgını olasılığını düşük olarak değerlendirebilir. Ancak, bu analizde önemli olan, önceki bilgilerin mutlak doğrular olmadığını anlamaktır. Öncüller, olasılık tahminleri üzerine kurulmuştur ve yeni bilgilerle bu olasılıklar güncellenebilir.
Ancak, siyasette liderlerin Bayesçi düşünceyi kullanmaması, belirsizliklerle başa çıkmakta zorlanmalarına neden olabilir. Örneğin, bir siyasi lider, önceki seçim sonuçlarına dayanarak gelecekteki seçim sonuçlarını tahmin etmeye çalışabilir. Ancak, seçmen davranışları değişebilir ve bu durumda liderin tahminleri hatalı olabilir. Bu, liderin stratejilerini yanlış yönlendirebilir ve siyasi başarısızlığa yol açabilir.
Ya da bir CEO, önceki yıllarda artan bir talep trendi gözlemlediği için üretimi artırabilir (tarımda sıklıkla bunu yaşıyoruz). Ancak, pazar dinamikleri değişebilir ve talep düşebilir, bu da işletmenin fazla stok yapmasına ve mali kayıplara neden olabilir. Bu nedenle, işletme liderleri, Bayesçi düşünceyi ikinci dereceden düşünme ile birleştirerek kullanmalıdır. Onu da bir önceki yazımda anlatmıştım. Vaktiniz olur ise bakmanızı öneririm. Aslında bu noktada sonsuz sayıda örnek verilebilir. İkinci dereceden düşünme ve ötesinin başladığı yer bu noktadır diyebiliriz.
(Şişman) Kuyruklu eğriler
Kuyruklu eğrileri anlamak, özellikle yönetim, kişisel psikoloji ve siyaset bilimi gibi alanlarda belirsizliklerin üstesinden gelmek için (en azından benim için) çok önemlidir. Bilinen çan eğrisi veya normal dağılım öngörülebilir uç noktalarla karakterize edilirken, şişman kuyruklu eğriler farklı bir zorluk sunar. Şişman kuyruklu dağılımlarda, uç olaylar için olasılıklar neredeyse sınırsızdır, bu da eğrinin kuyruklarını daha uzun ve nadir olayların meydana gelmesini daha olası hale getirir.
İnsan boyu veya kilo dağılımı gibi çan eğrisi tarafından yönetilen senaryolarda, aykırı değerler mevcuttur ancak iyi tanımlanmış sınırlar dahilindedir. Örneğin, ortalama bir insandan on kat daha uzun biriyle karşılaşmazsınız. Ancak, servet dağılımı gibi şişman kuyruklu eğrilerde, merkezi eğilim bu tür kısıtlamalar getirmez. Ortalamadan on, 100, hatta 10.000 kat daha varlıklı bireylerle karşılaşmak tamamen akla yatkındır ve temelde farklı bir manzara yaratır.
Bayesçi düşünce bağlamında şiddet risklerini değerlendirme örneğini ele alalım. Merdivenlerde kayıp, ölümcül bir kaza geçirme olasılığının terör kurbanı olmaktan daha yüksek olduğunu duyarsanız; yakın geçmişe ait istatistikler bu algıyı destekleyebilir. Ancak, asıl zorluk risk dağılımının kalın kuyruklarında yatmaktadır. Terörizm riski daha çok servet dağılımına benzemektedir; burada uç olaylar için olasılıklar çoktur ve kuyruklar daha şişkindir. Bu kuyruklardaki her olası senaryoyu tahmin etmek imkansızdır, bu da şişman kuyruklu alanlara stratejik olarak yaklaşma ihtiyacını vurgular.
Önümüzdeki on yıl içinde, şişman kuyruklu dağılımlar içinde çok sayıda olay ortaya çıkabilir ve geleceğin öngörülemezliği belirginleşir. Olası her senaryoyu öngörmeye çalışmak yerine, kendimizi hayatta kalacak ve hatta öngörülemezlikten fayda sağlayacak şekilde konumlandırmaya odaklanmalıyız (James Bond hep bunu yapar). Bu, tam olarak anlaşılmamış bir dünya için düşünmeyi ve planlamayı içerir- aslında burada bahsettiğim şey yağlı kuyruklu alanların doğasında var olan karmaşıklıkları kabul eden proaktif bir yaklaşımdan başka bir şey değil.
Kişisel psikolojide, şişman kuyruklu dağılımların doğasını anlamak, risklerin ve belirsizliklerin daha gerçekçi bir şekilde algılanmasına katkıda bulunabilir. Bireyleri, finansal piyasalar veya kariyer yörüngeleri gibi belirli alanların doğası gereği öngörülemez olduğunu ve karar verme ve planlamaya yönelik uyarlanabilir yaklaşımlar gerektirdiğini fark etmeye teşvik eder. Benzer bir durum ilişki ya da evlilik kararları için de kullanılabilir. Gerçeği görebilenler yıllarını bir boşluğa hediye ederek heba etmezler.
Karmaşık ve dinamik bir yapıya sahip olan siyaset bilimi de şişman kuyruklu eğrilerin varlığını kabul etmekten fayda sağlayacaktır. Siyasi liderler ve karar alıcılar, potansiyel olarak geniş kapsamlı sonuçları olan aşırı olayların aykırı değerler değil, doğal olasılıklar olduğu bir dünyada gezindiklerini kabul etmelidirler. Zaten bunu göremeyenlerin haricinde kabul etmeyenler de sabit fikirlidir ve eninde sonunda uzun kariyerlerini muhteşem bir çöküş ile taçlandırırlar. Bana güvenin bu durum karma gibidir, hiç sekmez. Siyasi alanlardaki öngörülemezliği hesaba katan politika ve stratejiler geliştirmek elzemdir. Şakası olmadığını zaten Türkiye’de yaşayarak hepimiz deneyimlemekteyiz.
Asimetriler
Olasılıksal düşünmedeki asimetriler, olasılık tahminlerimizin doğruluğunu araştıran “meta – olasılık” olarak bilinen önemli bir boyutu ortaya çıkarır. Genellikle yanlış anlaşılan bu kavram, olasılıksal değerlendirmelerimizi çarpıtan içsel önyargılar ve eğilimler etrafında döner. Bu asimetrileri anlamak benim için her zaman yönetim, kişisel psikoloji ve siyaset bilimi klasik üçlümdeki gibi, karar vericilerin stratejilerini doğru bilgilendirmek için anlamlı olasılık tahminlerini tasarlamama yardımcı olur.
Parıltılı hisse senedi sunumları yapan profesyonel yatırımcıların dünyasını düşünelim. Yatırımcıların, genellikle yıllık %20 ila %40 arasında değişen veya daha da yüksek olan yüksek getiri oranlarını güvenle tahmin etmeleri yaygın bir senaryodur. Ancak gerçek şu ki, bu yatırımcıların yalnızca bir kısmı bu kadar iddialı hedeflere ulaşabilmektedir. Asimetri, olasılıklı tahminlere duyulan güveni abartma eğiliminde yatmaktadır. Birçok yatırımcı, başarılı girişimlerinin olmamasından değil, tahminlerinin gerçekleşme olasılığını yanlış değerlendirmelerinden dolayı sürekli olarak öngörülerinin gerisinde kalır. Bir de yatırımcıların hisse senetleri ile duygusal bağ kurması durumu var ama şimdilik bunu es geçelim.
Bir başka kayda değer asimetri de trafikten etkilenen seyahat süresinin tahmin edilmesi gibi günlük senaryolarda ortaya çıkmaktadır. İnsanlar genellikle tek bir yöne doğru kayan tahmin hataları yaşarlar. “Zamanında” yola çıkıp %20 erken varmak nadir görülen bir durumken, %20 geç varmak daha yaygın bir sonuçtur. Tahmin hatalarındaki bu asimetri eğilimi, olasılıksal karar verme sürecindeki daha geniş kalıplarının varlığını ispatlar. Mesela ben özel durumlar haricinde randevusuna geç kalan insanlara asla saygı duymam. Mesela bu durum da olasılıkların doğru hesaplanmamasının bir sonucudur ama geç kalan sıklıkla bunu anlayamaz. En azından kısa sürede…
Yönetimde, liderler stratejik girişimlerin başarısını abartarak öngörülemeyen zorluklara ve optimal olmayan sonuçlara yol açabilir. Kişisel psikolojide, bireyler gelecekteki olaylar hakkında aşırı iyimser beklentiler besleyebilir ve potansiyel olarak kendilerini hayal kırıklığına uğratabilirler. Karar vericilerin karmaşık ve öngörülemez dinamiklerle boğuşmak zorunda olduğu siyaset biliminde bile olasılık tahminlerindeki asimetriler politika ve stratejilerin formülasyonunu şekillendirir.
“Metaprobabilitedeki” bu asimetrileri tanımak ve ele almak, olasılıksal düşüncenin doğruluğunu iyileştirmek için gereklidir. Farklı alanlardaki karar vericiler, olasılık tahminlerinde aşırı iyimserliğe yönelme eğilimini irdeleyen bir öz farkındalık geliştirmelidir. Bu iç gözlemsel yaklaşım, potansiyel sonuçların daha gerçekçi ve dengeli bir şekilde değerlendirilmesine olanak tanıyarak belirsizlik karşısında daha bilinçli kararlar alınmasını kolaylaştırır.
Uzun lafın kısası; karar verme yolculuğunuzda, olasılıklı düşünme yeteneğinizi geliştirmek için aşağıdaki soruları göz önünde bulundurun:
1. Veri Uygunluğu: Kararım için gerekli tüm ilgili veri noktalarına erişimim var mı? Kararınızın kapsamlı ve ilgili bilgilere dayandığından emin olmak, kararınızın doğruluğu için esastır.
2. Değişken Farkındalığı: Kararımın sonucunu potansiyel olarak etkileyebilecek tüm değişkenleri belirledim mi? Oyundaki çeşitli faktörlerin tanınması ve anlaşılması, incelikli ve iyi bilgilendirilmiş bir karar verme süreci için esastır.
3. Ağırlık Değerlendirmesi: Kararımın sonucunu etkilemede her bir değişkene atanan ağırlık nedir? Farklı faktörlere uygun önemin verilmesi, bunların genel karar üzerindeki etkilerinin daha kesin bir şekilde değerlendirilmesini sağlar.
4. Risk Değerlendirmesi: Planımın uygulanmasını raydan çıkarabilecek potansiyel değişkenleri belirledim mi? Potansiyel zorlukları ve engelleri kabul etmek ve hesaba katmak, esnek ve uyarlanabilir bir karar verme stratejisi oluşturmak için çok önemlidir.
5. Varsayım Tanıma: Belirli bir sonucun mümkün olması için hangi varsayımların doğru olması gerekir? Karar alma sürecinizin altında yatan varsayımların belirlenmesi ve eleştirel bir şekilde değerlendirilmesi, genel stratejinizin sağlamlığını artırır.
Olasılıkların Ölümcüllüğü
Bu noktada direksiyonu bir anda farklı bir yöne kırmak sanırım dikkatinizi tekrar toplamanız için fayda yaratabilir, tabi yaratamayabilir de. Her ne olursa olsun eğer makalenin bu noktasına ulaştıysanız bana whatsapp üzerinden “ulaştım” demenizi temenni ederim. Bakalım kaç kişi gerçekten bu dirayeti göstermekte? Bu dirayeti gösterenlerin bu makaleyi yazarken gösterdiğim çaba nezdinde benden büyük bir teşekkür alacağından emin olabilirsiniz. Başka bir olasılık mümkün değil.
Haydi başlayalım.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Vera Atkins gibi “özel yeteneklere sahip” profesyoneller gibi casusluk alanına girmek veya resmi olmayan bir kimlik üstlenmek, bu tür rollerle ilişkili olasılıkları derinlemesine kavramayı gerektirir. Atkins, Özel Operasyonlar İdaresi’nin (SOE) Fransız biriminin ikinci komutanı olarak görev yaparken, işgal altındaki Fransa’da İngiliz ajanlarını işe almak ve konuşlandırmak gibi zorlu bir görevle karşı karşıya kaldı; bu görev, başarısızlığın korkunç sonuçlarının altını çiziyordu- sadece işten çıkarılma değil, ölüm ile yüzleşmek ya da personelinizi yüzleştirmek.
Bir casusun seçilmesi, kişilik özellikleri ve deneyimlerin uyumlu bir değerlendirmede harmanlanarak çok yönlü niteliklerin titizlikle ele alınmasını gerektirir. Atkins bu karmaşık süreçte dil becerileri, özgüven düzeyleri, aile bağları ve sorun çözme zekâsı gibi faktörleri tartarak ilerlediğini anlatır. Kimin yüksek riskli durumların stresi altında etkili bir şekilde çalışabileceğine ve istihbarat toplamak için hayati bağlantılar kurabileceğine karar vermek, bugün bile (hatta özellikle bugün) olasılıksal değerlendirmelerin incelikli bir şekilde anlaşılmasını gerektiriyor. Günümüzde bile psikoloji, sorgulama teknikleri ve yalan makinesi testlerindeki ilerlemeler gizli operasyonlar için uygun bireylerin belirlenmesinde muhakeme gerekliliğini ortadan kaldırmamıştır.
Yine de bir istihbarat görevlisini hazırlamak karmaşık denklemin sadece bir yönüdür. Kritik bir soru hep ortaya çıkar: Onları nereye göndermeliyiz? İstihbarat görevlerinin içerdiği belirsizlikler olasılıksal düşüncenin kapsamlı bir şekilde uygulanmasını gerektirir yoksa saha personeli sahada büyük ihtimalle yakalanır. Saha personeli açısından da somut kanıtların olmaması ve emir komuta zincirinin ya da doğruluk garantilerinin bulunmaması, alınan bilgilerin güvenilirliğinin, kalitesinin ve güncelliğinin sürekli olarak değerlendirilmesini gerektirir.
Atkins, Alman işgali altındaki Fransa’dan gelen istihbaratın genellikle flu fotoğraflar, el yazısı notlar ve doğrulanamayan telsiz mesajlarından oluştuğu bir seri zorlukla karşı karşıya kalmış ve bu da eyleme geçirilebilir verilerin seçilmesinde ne kadar zor bir olasılık hesabı yürütmek gerektiğinin “bilinen” örneklerinden bir tanesini oluşturmuş. O tarihlerde bu çok doğal bir durum. Biz bugün bu bilgileri parasını kendi cebimizden verdiğimiz telefonlar sayesinde gerekli yerlere 4k iletiyoruz…
Neyse, hem okuduklarıma hem de tahminlerime göre; Atkins sadece ne olduğunu değil, potansiyel olarak neler olabileceğini de tahmin etme göreviyle boğuşuyordu. Değişken ve dinamik ortamlarda faaliyet gösteren casuslar, sayısız beklenmedik senaryoya hazırlanmak gibi ürkütücü bir zorlukla karşı karşıya kalmakla “yükümlüydüler”.
Atkins’in Fransa’ya gönderdiği ajanlar, yerel halkı işe alan ve sabotaj hedeflerini belirleyen organizatörler, bilgi akışını kolaylaştıran kuryeler ve karmaşık iletişim düzeneklerini idare eden telsiz operatörleri gibi tehlikelerle dolu rollerde çalıştılar. Her zaman mevcut olan keşif ya da ihanet tehdidi, planlama ve uyum sağlama arasında hassas bir denge kurulmasını gerektiriyordu. Bir telsiz operatörünün ortalama yaşam süresinin sadece altı hafta olduğu bir ortamda Atkins, titiz olasılıksal düşünceyle bile başarının garanti edilemeyeceği acı gerçeğiyle boğuştu. Sadece o değil, bu tip gerçeklerle her ülke karşılaştı. Kurtuluş savaşında benzer bir durumu Fenerbahçeli futbolcular da yaşamıştı. Az sonra…
Boğuştuğunu nereden mi biliyoruz? Geçmiş veriler, her bir ajan için başarı olasılıklarının tahmininde doğal bir asimetriyi yansıtmaktadır. Atkins’in Fransa’ya gönderdiği 400 ajandan 100’ünün yakalandıktan sonra hayatını kaybetmesi, Atkins’in stratejik zekasına rağmen işin doğasında var olan belirsizliklerin altını çizmektedir. Olasılıklı düşünce çok değerli olmakla birlikte, casusluğun öngörülemez doğasının kısıtlamaları içinde çalışır ve mutlak güvence sunmadan karar vermede oynadığı vazgeçilmez rolü vurgular.
Tabi şunu unutmamalısınız; savaş esnasında her bir insanın ordu için “fırsat maliyeti” oldukça yüksektir ama bazen de bir o kadar da düşüktür. Orduların ve istihbarat servislerinin personel yapısı normal şartlarda savaşın (ve aynı anda devam ettirilen iç cephelerdeki 5. Kol faaliyetlerinin) tamamına ulaşıp, onları sönümlemeye yetmeyecektir. Dolayısıyla gerekli eğitimi almamış yüzlerce insanı bir anda “çelik çeperin” içine almanız gerekir ki çok ama çok büyük riskleri içerir (mesela tam doğru örnek olmasa da Kim Philby). Öte yandan bu insanlara yaptığınız gelişim harcamaları çok düşüktür. Normalde yüksek nitelikli bir “Non Official Cover” personelinin yatırım maliyetinin bir F-16 pilotunun yetişme maliyetinden daha düşük olmadığını hatırlatırım.
Casus olarak bir kariyere başlamak ya da resmi olmayan bir gizliliğe yönelmek, liderlik rollerinde, finansal uzmanlıkta ya da kişisel-duygusal ilişkilerde bulunanların karşılaştığı zorluklarla paralellik gösterir. Tıpkı Atkins’in kararlarının savaş zamanı istihbaratının stresi içinde olasılıkçı düşünceye dayanması gibi, bu tür rolleri düşünen bireyler de casusluk veya gizli faaliyetlerin inceliklerine dalmadan önce doğasında var olan riskleri ve belirsizlikleri kavramalıdır. Yüksek riskli senaryolarda hayatta kalmak için vazgeçilmez olan olasılıksal düşünme ilkeleri, casusluk alanının ötesine geçerek profesyonel ve kişisel yaşamın çeşitli yönlerine dikkat çeker.
Tabi biz Türkler için durumlar biraz daha farklı olabiliyor. Batıdan örnek veriyor olmam sizi şaşırtmasın. Bizim hikayelerimiz batıdaki hikayelerden çok daha fazla sayıda ve nitelik olarak uçuk örneklerimiz oldukça bol. Zamanı gelecek…
Şimdilik güncel bir örnek vererek konuyu canlı tutalım. O zaman da şunu sormalıyız: Bizde durum nedir? Bu konuda Türk spor kulüpleri arasında müstesna yeri tartışılamayacak olan Fenerbahçe Spor Kulübünün, T.C. kurulurken yaptıkları göz önünde bulundurulduğunda, “mutlaka” ve “dikkatle” izlenmesi gereken bir filmden bahsedeceğim: Zaferin Rengi (2024). Ve özellikle de film bittikten sonra hızla yerinizden kalkmayınız. Filmin sonunda filmde gördüğünüz karakterlerin ilerleyen yıllarda neler yaptığını özetleyen bir bölüm bulunmakta. O kısmı mutlaka ama mutlaka görmelisiniz.
Ben bu filmi bu yazı dizisinin başından bu bölümüne kadar yazdığım düşünce modellerinin ışığında izledim. Anlatılanların daha fazla detaylısını zaten kendim araştırmıştım ama sinemaya kısıtlı bir zaman diliminde aktarılan ruhun bile çok başarılı olduğunu düşünüyorum.
Sonuç
Bir bireyin entelektüel zekası; evreni kavraması, doğal fenomenleri anlaması, matematiksel ilkelere hakimiyeti ve evrensel mantıksal karşılaştırma yeteneği ile ortaya çıkar. Bu alanlarda yetersiz olanların gerçek anlamda entelektüel olarak kabul edilemeyeceğini unutmamak çok önemlidir; hatta gerçek entelektüel keşfin derinliğinden yoksun kopyalayıcılar, aktarıcılar, ezberciler veya taklitçiler insanlık için büyük problemdir. Aklın gerçek özü, bu temel alanlardaki bilginin derinlemesine anlaşılması ve uygulanmasında yatar.
Aşağıda bu yazı serisinin diğer bölümleri bulunmaktadır. Linklere klikleyerek diğer yazılara da hızla ulaşabilirsiniz.
Hoşçakalın.