Giriş: Terminal Sürecin Tasarımı
Trump mı? Zelenski mi? diye bir soruyu 28 şubattan önce sorsam sanırım kimse ne kastedildiğini anlamazdı. Bu yazıda canlı yayında gerçekleşen skandalı; olayların gerçekleşmesi esnasındaki psikolojimi, düşüncelerimi ve analizlerimi referans aldım. Hem hatırladıklarım, hem öğrendiklerim hem de bulguladığım başlıkları sizinle paylaşmak istedim.
Aslında çok hızla yazılmış bir yazı. Konu soğumadan ele almak ve yayınlamak istedim. Hatam olursa affola.
28 Şubat günü Beyaz Saray’da yaşananlar, uluslararası siyasetin ne kadar acımasız hesaplar üzerine kurulduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. O gün, Roosevelt döneminden kalma nostaljik avizelerin altında, Zelensky’nin Trump’a ve Trump’ın da Zelensky’e meydan okuması, diplomatik görgü kurallarının nasıl paramparça edildiğini tüm dünyaya izletti. Bu karşılaşma, benim için yalnızca bir utanç anı değil, aynı zamanda uluslararası arenada uygulanan soğuk stratejilerin, neredeyse ritüel nitelikte bir intihar gibi gerçekleşen performansın somut örneğiydi.
Eğer bir “stratejik utanç endeksi” olsaydı, bu olay kesinlikle tarihin en yüksek notunu alırdı. Sadece o gün yaşanan diplomatik mahcubiyeti değil, geçmişteki tüm “alçalma” sahnelerini bile geride bırakacak kadar uç noktaya taşıyan bir durumdu. Örneğin, 1963’te Diệm’in elçilikte boynu eğme sahnesini düşünün; bu bile yaşanan bu tartışmanın yanında soluk kalırdı. Bu, devletlerin ve liderlerin ne kadar kırılgan olduğunu gösteren somut bir delil olarak kayıt edilmeli ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından unutulmamalıdır.
Bu dramatik sahnenin bir diğer çarpıcı noktası ise, Biden ve Trump yönetimlerinin Ukrayna’ya bakış açısıydı. Her iki yönetim de farklı yöntemlerle olsa da Ukrayna’yı “feda edilebilir” bir unsur olarak görüyor. Biden yönetiminin F-16 teslimatını geciktirmesi ve Trump’ın mineral kaynakları üzerinden yaptığı baskılar, uluslararası patronaj sisteminin ne kadar keskin ve acımasız bir hesaplama ürünü olduğunu tekrar gözler önüne serdi. Benim için bu, dış politikada “feda edilebilirlik” kavramının nasıl stratejik hesaplara dönüştürüldüğünü tekrar hatırlamam açısından oldukça çarpıcı bir örnek oldu.
Kriz anının bir başka boyutu ise Kremlin medyasının rolüydü. Zelensky’nin kızarmış yüzünü defalarca ekranlarda göstererek, Putin’in “kazanç katsayısını” adeta yüzlerce kat artırmış durumdalar. Bu logaritmik artış, uluslararası siyasi arenada yapılan hesaplamaların ne kadar mekanik ve insani gerçeklerin ötesine geçtiğini gösterdi. Bu tip bir kazanç katsayısı, aslında Putin’in kazançlarının medya tarafından nasıl sistemli bir şekilde desteklendiğini ( ya da esen rüzgara göre desteklenebileceğini) ve uluslararası algıda ne kadar yer edindiğini (edindirilebileceğini) de ifade ediyor.
Normalde bu anlaşma, başlangıçta Ukrayna’nın modern Brest-Litovsk Anlaşması gibi bir şey olacakmış gibi görünüyordu, ama gerçekte ipuçları bir iplik gibi sallanıyordu. Trump’ın “You’re not acting thankful” (Teşekkür etmiyorsun) sözleri, güç sahibi olanların alt kademelerdeki devletlere ve liderlere karşı ne kadar umursamaz davrandığını açıkça ortaya koydu. Bu durum, mağdur konumdaki devletlerin gururlarını korumaya çalışırken aynı zamanda hayatta kalma mücadelesi verdiklerini, ancak patronların beklentilerini karşılayamadıklarında acımasızca cezalandırıldıklarını gösterdi. Bir nevi, fahiş devletler sisteminde “yoksul devletlerin” gururu, hesaplanmış bir intikamın hedefi haline geldi.
Bu durum size bir yerlerden tanıdık geldi mi?
O gün Beyaz Saray’ın ihtişamı altında yaşanan bu olay, uluslararası güç dengelerinin ne kadar keskin çizgiler üzerinde sürdürüldüğünü hepimize hatırlattı. Liderlerin, taktiklerini uygularken adeta bir sahne performansı vermek zorunda kaldıklarını gördüm. Patron-devlet ilişkilerinde her adımın, her kelimenin bile rakamsal bir hesaplamaya indirgenebildiğini fark ettim. Uluslararası arenada yapılan küçük bir hata bile devasa sonuçlar doğurabiliyor.
Beyaz Saray’da yaşanan bu karşılaşma, uluslararası siyasetin yalnızca bir strateji oyunu olmadığını, aynı zamanda devletlerin ve liderlerin hayatlarının bu hesaplamalar sonucu ne kadar hızlı değişebileceğini gösterdi. Uluslararası patronaj sistemi içinde, patron-devlet ilişkilerinin insana indirgenemeyecek kadar mekanik bir hesaplama haline geldiğini tekrar tekrar yazacağım ki unutmayın. Matematik her zaman var ama siz bunu kabul ederseniz ilerleyebilirsiniz. Çünkü burada, küçük bir gurur kırıntısı bile uluslararası arenada devasa bir utanç ve hesap kaybına dönüşebilir.
Yapısal Çöküş: Zelenski ve 2. Mahmud(t)’un Benzer Yanları
Siyaset bilimi bilmeden tarih okursanız bir yere kadar analiz yapabilirsiniz. Her meslekten gelip siyasette aşık atmaya kalkanlara karşı tavrımı eski yazılarımdan hatırlayanlar çıkacaktır. İşte bu bölüm bir siyaset bilimci ve örgüt kuramcısının mesleğini savunduğu bölüm olarak da algılansın isterim.
Benim için tarih, hep tekrarlanan trajedilerin ve hesaplanmış hataların bir aynası gibi duruyor. Bu bağlamda, Zelensky’nin şu anda yaşadığı dönüşüm sürecini, 2. Mahmud(t)’un 1808’den 1839’a kadar sürdürülen reform politikalarıyla karşılaştırmadan geçemiyorum. Her iki lider de uluslararası arenada varlıklarını sürdürmek için köklü reformlara gitmek zorunda kaldı; ancak bu reformlar, devletin yapısal çöküşünün ve dışa bağımlılığın acımasız sonuçlarını da beraberinde getirdi.
Bana göre, 2. Mahmut’un en büyük hamlesi, yüzyıllardır süregelen geleneksel ordu yapısını tamamen değiştirmek ve yeniçerileri ortadan kaldırmakla başladı. Bu, Osmanlı İmparatorluğu’nun modernleşme ve askeri alanda rekabet edebilme çabalarının başlangıcıydı. Bugün ise Zelensky’nin de benzer bir strateji izlediğini düşünüyorum: Eski, geleneksel yöntemlerden sıyrılarak NATO standartlarında modern birlikler kurma çabası. Ancak burada önemli bir fark var: 2. Mahmut’un reformları, iç isyanlar ve dış tehditler karşısında yapılmışken, Zelensky’nin bu adımı, uluslararası patronların belirlediği dış finansal ve askeri şartlar altında, neredeyse zorunlu bir modernleşme haline geldi.
Bu çerçevede, 2. Mahmut döneminde Osmanlı’nın dış finansman ihtiyacı, İngiltere kredileriyle sağlanırken, günümüz Ukrayna’sı da çoklu ve devasa bir dışa bağımlılık döngüsünün kölesi haline geldi. 2022’den 2025’e kadar verilen 350 milyar dolarlık ABD yardımı, devletlerin finansal bağımlılığının ne denli ileri gidebileceğinin çarpıcı bir göstergesi. Bu rakamlar, uyguladığımız reformların sadece askeri alanla sınırlı kalmadığını, aynı zamanda ekonomik bir teslimiyetin ve dış patronajın da resmi bir göstergesi olduğunu ortaya koyuyor. Devletin, kendi kendine yeterlilik iddiasıyla baş koymaya çalışması, o patronaj sisteminin mekanikleşmiş hesapları karşısında ne kadar kırılgan kalabileceğinin bir yansımasıdır.
Bu nokta size tanıdık geldi mi?
Bu iki dönemin en dikkat çekici yanı ise, her iki liderin de içinde bulundukları kriz ortamını “son dönem” bir süreç haline getirmiş olmasıdır. 1839’da yaşanan Mısır isyanı, 2. Mahmut için bir dönüm noktası oldu ve imparatorluk tarihinde kalıcı izler bıraktı. Bugün ise, 2025’teki Beyaz Saray’daki o çalkantılı an, Zelensky’nin liderliğini sarsan ve devletin bütün varlığını tehlikeye atan bir “Oval Ofis Öfke Nöbeti” olarak tarihe geçiyor. Her iki durumda da devletin lideri, dış patronlarla ilişkisinde kendi özerkliğini yitirme riskiyle karşı karşıya kalıyor.
Bir de göz önünde bulundurulması gereken başkaca bir ölümcül hata var: Batı’nın liberal ideallerine olan aşırı inancın, gerçek politikanın yerini alması. Bana göre, Zelensky’nin yaptığı en büyük yanılgı, uluslararası destek ve ekonomik gücün, rakamsal olarak hesaplanmış gerçek politikaya oranla yetersiz kaldığını ya da “kaldırılacağını” unutmak. Ukrayna’nın yaklaşık 150 milyar dolarlık GSMH’si, Rusya’nın 1.7 trilyon dolarlık ekonomik gücüyle kıyaslandığında ne yazık ki ciddi anlamda geride kalıyor. Dahası, Washington’daki kamuoyunun yalnızca yüzde 23’ünün Ukrayna’yı önceliklendirmesi, bu hesaplamanın ne denli sert ve acımasız olduğunu ortaya koyuyor.
Peki ben bunu Ankara’dan görebilirken o kadar Ukrayna’lı kurmay ve istihbaratçı savaş öncesi bu durumu neden görmedi ya da görmemeyi tercih etti? Bilenler vardır eminim…
Hem 2. Mahmut hem de Zelensky, devletlerinin hayatta kalabilmesi adına, dış güçlerin belirlediği reformlara gitmek zorunda kaldı; ancak bu reformlar, aslında devletin kendi içinde var olan yapısal çöküşün bir semptomu olarak kendini gösterdi. Eski ile yeninin çatıştığı, modernleşmenin yanında bağımlılığın da derinleştiği bu süreç, tarihin tekrarı gibi görünüyor. Hem 2. Mahmut döneminde hem de günümüzde, devletin kendine ait gerçek gücü, dış kredilere ve dış patronaj sistemine ne kadar bağımlı hale gelmişse, o kadar kolay çökmeye mahkûm oluyor.
Bu durum size tekrar tanıdık geldi mi?
Her ne kadar bu reformların yapılması, modernleşme adına kaçınılmaz olsa da bu adımlar aynı zamanda devletin kendi iç dinamiklerini de zayıflatıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nda yeniçerilerin ortadan kaldırılması, orduyu modernize etme çabası olarak görülse de, bu adım aynı zamanda devletin geleneksel yapısına da ciddi zararlar verdi. Günümüzde ise, Zelensky’nin NATO standartlarında birlikler kurma çabası, askeri modernizasyon adına elzem olsa da, ülkenin kendi iç yapısında var olan zayıflıkları, ekonomik ve siyasi bağımlılık gibi unsurların yanında yetersiz kalıyor. ABD yardımları, Ukrayna’nın dış finansman ihtiyacını gideriyor olsa da bu durum, ülkenin kendi kendine yetebilme kapasitesini de gözler önüne seriyor. Dış patronaj, her ne kadar kısa vadeli çözümler sunsa da uzun vadede devletin kendi özerkliğini tehlikeye atan bir risk faktörü olarak karşımıza çıkıyor.
Peki, bu durum size tanıdık… Tamam tamam, aynı şeyi söyleyip durmayacağım. Siz artık kendi kendinize hep sorarsınız tanıdık geliyor mu yoksa gelmiyor mu?
2. Mahmut döneminde Osmanlı, dış krediler ve zorunlu reformlar yüzünden sarsılırken, bugün de Zelensky’nin liderliğinde, dış patronajın ve hesaplanmış reformların devletin iç yapısını nasıl yıprattığını görmek kaçınılmaz. Her iki dönemde de devlet, reformun acımasız bedelini ödemek zorunda kaldı ve bu bedel, uluslararası arenadaki rakamsal verilerle açıkça ölçüldü. Ama eminim ki Zelensky, gelen yardımların nerelere aktarıldığı konusunda 2. Mahmut’tan daha farklı hesaplar verecektir. Özellikle (iddialara göre yoksa ben bilmem) yurtdışına satılan Ukrayna’lı çocuklar konusu var. Hani şu Avrupalı soyluların fuhuş, organ nakli ve av için kullandığı Ukraynalı çocuklar…
Tarih tekrarlanıyor ve bizler, bu tekrarlanan trajedilerin acımasız matematiğiyle hem devletler olarak hem de vicdan temelinde yüzleşmek zorundayız.

Trump Üzerinden Göstermelik Egemenliğin Tuzakları
Uluslararası siyasetin en güncel ve çarpıcı örneklerinden biri olarak, liderlik yöntemlerinin dijital çağda nasıl değiştiğini yakından izleme şansı bulduğum bu dönemde, Zelensky’nin kullandığı hayatta kalma araçlarının ona nasıl ters teptiğini görmek beni derinden etkiledi. Dijital çekiciliğin, askeri ve siyasi stratejilerin yanı sıra uluslararası arenada temsil ettiği güç imparatorluğu, o toplantıda adeta yıkıldı.
Zelensky’nin 62 milyon takipçiye sahip olduğu TikTok’taki etkileyici görüntüsü, aslında bir güvence gibi görünüyordu. Ancak bu çekicilik, Trump’ın “F-16 TikTok dansları” şeklinde alaycı ve küçümseyici sözleriyle sarsılarak, göstermelik egemenliğin ne kadar kırılgan olduğunu gözler önüne serdi. Bu durum, dijital medyanın liderlik dünyasında sunduğu görsel cazibenin, gerçek politik arenada hesaplanmış askeri ve siyasi stratejilerle ne denli çeliştiğini göstermiyor mu?
Bana göre, hem bireyler için hem de liderler için dijital çekicilik yalnızca yüzeysel bir etki yaratıyor; takipçi sayıları ve sosyal medya etkileşimleri, uluslararası güç dengelerinin ve askeri üstünlüklerin hesaplanmış matematiğini hiçbir şekilde değiştiremiyor. Zelensky’nin sosyal medya üzerindeki popülaritesi, genç kitlelere hitap etse de büyük güçler arasında oynanan stratejik hesaplamalar karşısında değersiz kalıyor. Dijital çekicilik, Trump’ın alaycı sözleri karşısında neredeyse bir anda çöktü; bu durum, günümüz liderlik yöntemlerinde dijital medyanın tek başına yeterli olmadığının ve gerçek gücün, askeri ve siyasi hesaplamalarda saklı olduğunun altını çiziyor.
Bunun yanı sıra, halkın desteğini koruma adına atılan adımların da geri teptiğini görmek mümkün. Zelensky’nin, seçimlerin ertelenmesi gibi taktiksel hamlelerle ulusal meşruiyetini pekiştirmeye çalışması, aslında uzun vadede kendi aleyhine bir etki yarattı. Bu şu gerçeği ortaya koyuyor: halkın desteği ve demokratik sürecin yalnızca düzenli seçimlerle ölçülemeyeceğini, aynı zamanda uluslararası toplumun ve yerel halkın gözünde kazanılan güvenin ne kadar kırılgan olduğunu hesaplamak gerektiğini unutmamak gerekir.
Ertelenen seçimler, ulusal iradenin ve demokratik süreçlerin askıya alınması, Zelensky’nin “diktatör” damgasıyla işaretlenmesine zemin hazırladı. Bu damga, basit bir söylemden öte, uluslararası arenada devletlerin ve liderlerin halkın desteğinin ne denli ciddi şekilde tartışıldığına dair bir işaret niteliğinde. Demokratik süreçler ve seçimlerin düzenliliği, her ne kadar modern yönetim sisteminin temel taşları olarak görülse de bu düzenin bozulması halinde halkın desteği nasıl hızla zedelenebileceğini görmek ve kabul etmek gerekir.
Daha da önemlisi, Zelensky’nin savunma stratejisinin, “Harkov Mucizesi” olarak adlandırılan bir efsaneye dayanması, günümüz propaganda mekanizmalarının ne denli derin izler bıraktığının altını çiziyor. 2023’te, Harkov bölgesinde yaşanan karşı saldırının adeta bir mucize olarak lanse edilmesi, o anki askeri gelişmelerin ötesinde, propaganda çabalarının ne kadar yoğun ve sistematik yürütüldüğünün kanıtı olarak karşımıza çıkıyor. Ancak, şimdi bu “mucize” ISW’nin yardımıyla hazırlanan bir propaganda değil miydi? Bu durum, halkın algısının ne denli yönlendirilebildiğini, gerçek askeri verilerin yerine, oluşturulan efsanelerin ne kadar baskın hale geldiğini gösteriyor. Bu durum, askeri stratejilerde gerçek verinin yerini, hikayelerin ve anlatıların almasının, uluslararası güç dengesini hesaplamada ne kadar tehlikeli sonuçlar doğurabileceğinin acı bir örneği.
Bütün bunların yanı sıra, uluslararası arenada asıl rakip olan Putin, sadece bekleyerek durumdan en iyi şekilde yararlanmayı başarıyor. Rusya’nın üç kat üstün olan topçu gücü, Zelensky’nin askeri gücünü neredeyse toz haline getirme kapasitesine sahip. Putin, hiçbir anı kaçırmadan, bu avantajı kullanarak rakip kuvvetleri yavaş yavaş, ancak keskin bir şekilde aşındırıyor (Bu noktaya analizin başka bir noktasında özel şartlar dolayısıyla tekrar değineceğim). Bu durum, uluslararası arenada askeri üstünlük kavramının, yalnızca rakamsal verilerle değil, aynı zamanda stratejik zamanlamayla da ölçüldüğünün canlı bir göstergesi. Zelensky’nin sahip olduğu teknolojik ve dijital araçlar, gerçek askeri üstünlük karşısında yetersiz kalıyor. Sırf bu nokta için sayfalarca tartışabiliriz ama yerimiz dar diyelim.
Bana göre, göstermelik egemenlik tuzakları, modern devlet yönetiminde liderlerin yalnızca görünüşte güçlü oldukları sürece işleyebileceğini, gerçek güç dengesinin ancak somut askeri ve ekonomik verilerle ölçülebildiğini gösteriyor. Uluslararası arenada, rakamlar ve veriler, liderlerin hangi stratejilerle başarıya ulaşabileceğini belirlerken, dijital medya gibi yüzeysel araçlar, bu hesaplamaların yerini alamıyor. Tekrar yazalım. Zelensky’nin oval ofiste yaşadıkları, dijital çekiciliğin ve modern liderlik yöntemlerinin ne denli kırılgan olduğunu, aynı zamanda uluslararası güç dengelerinin hesaplanmış matematiğinin ne kadar acımasız sonuçlar doğurabileceğini en net şekilde ortaya koyuyor.

Tarihi Örnekler: Sağ kalanlar ile Feda Edilenler
Siyaset bilimi ve örgüt kuramı adına detay analizine devam edelim. Zira tv programlarında binlerce dolar “ödenek alan” (ücret değil dikkat edelim) “uzmanların” bu tip örnekleri verilebildiğine hiç şahit olamadım… İlginç. Liyakat ülkesiyiz belki de ondandır.
Tarih, uluslararası güç ilişkilerinde bazı liderlerin geçici olarak sağ kalıp uzun süreli varlıklarını sürdürebildiğini, bazılarının ise acımasızca feda edildiğini açıkça ortaya koyuyor. Bu bağlamda, Chiang Kai-shek ve Ngo Dinh Diem gibi isimler, “geçici sağ kalanlar” olarak karşımıza çıkarken; Mosaddegh (Musaddık) ve günümüz örneği olan Zelensky, “feda edilen kuzu” konumuna düştü.
Chiang Kai-shek’in liderliğindeki Tayvan, başlangıçta bağımsızlık mücadelesi verirken, aslında ABD’nin yedinci filosunun korumasına bel bağlayarak uluslararası arenada kendine yer edinmeye çalıştı. Bana göre bu, devletlerin dış güçlerle olan ilişkilerinde hayatta kalma stratejisinin en açık örneklerinden biri. Tayvan’ın bağımsızlığını koruma pahasına Amerikan askeri gücüne sığınmak, uzun vadede belirli fedakarlıkları da beraberinde getirdi. Bu hamle, uluslararası güç dengeleri içinde, bir liderin ve dolayısıyla bir devletin, dış gücün korumasını kabul etmenin ne kadar stratejik ancak aynı zamanda riskli bir adım olduğunu gösteriyor. Dış güçlerle olan ilişkilerde, gücün dengelenmesi ve hayatta kalmanın matematiği, bu tür fedakarlıkların bedelini de içeriyor. Tabi kaybedilenler de ayrıca analiz edilebilir. Derin bir konu. Her konuyu bloğa yazmak da zaten doğru olmaz.
Ngo Dinh Diem’in yönetimi, bana göre daha karmaşık bir hesaplamanın sonucunu temsil ediyor. Diem, CIA ile Kremlin arasında sıkışıp kalan bir denge oyunu izleyerek dokuz yıl boyunca iktidarda kalmayı başardı. Bu denge oyunu, uluslararası güç ilişkilerinde hayatta kalmanın zorluğunu ve fedakarlıkların büyüklüğünü gözler önüne seriyor. Diem, hem Batı’nın hem de Doğu Bloğu’nun beklentilerini aynı anda karşılamaya çalışarak liderlik sürecinde varlığını sürdürmeyi başarsa da, bu denge oyunu uzun vadede kırılganlığını korudu.
Bu nokta-lar size tanıdık geliyor mu diye artık sormuyorum, hatırlatırım.
Tarih, Mosaddegh örneğiyle bir başka acı gerçeği de sunuyor. 1953’te İran’da, ulusal kaynakları halka ait hale getirme hamlesiyle öne çıkan Mosaddegh, devletin kontrolünü elinde tutmaya çalışırken, ABD’nin müdahalesiyle sonuçlanan bir darbeyle karşılaştı. Lider, ulusal çıkarlarını savunmaya çalışırken, dış gücün beklentilerinden saparsa bunun bedeli ağır oluyor. Mosaddegh’in millileştirme hamlesi, ülkesinin enerji kaynaklarını kontrol altına almak adına alınmış kararlı bir adım olarak değerlendirilebilirken, bu hamle, dış güçlerin stratejik çıkarları doğrultusunda hızla bir karşı hamleye dönüşerek, liderin yerini yitirmesine neden oldu.
Zelensky, lityumu halka ait hale getirme kararı alarak ulusal kaynakları kontrol altına almaya çalıştı (ama ne kadar samimi bunu ben doğal olarak bilemem); ancak bu hamle, Trump’ın sosyal medya üzerinden yaptığı sert ve alaycı eleştirilerle, liderin uluslararası arenadaki konumunu kökten sarstı. Lityum ve başkaca minerallerin üzerindeki kontrol mücadelesi, uluslararası arenada güç dengesinin ne kadar hassas bir hesaplama üzerine kurulu olduğunun göstergesi olarak karşımıza çıkıyor. Zelensky’nin attığı bu adım, dış güçlerin –bu durumda Trump’ın– stratejik hesaplamalarında yer alan “yerel liderlerin değiştirilebilirliği” ilkesiyle, ne kadar tehlikeli bir oyunun parçası haline geldiğini gösteriyor. Bir komedyen siyasetçi değilken olmaya kalkarsa sonuçları bu olur…
Tüm bu örnekleri değerlendirdiğimizde, Angleton Yasası’nın –yerel liderlerin hepsinin feda edilebilir olduğu; akıllı olanların ise erken emeklilik evlerini güvence altına aldığı– gerçeği akılda tutulmalı. Chiang Kai-shek’in Tayvan’ın bağımsızlığını feda etmesi, Ngo Dinh Diem’in denge oyunu oynaması, Mosaddegh’in ulusal kaynakları kontrol altına alma çabası ve Zelensky’nin lityum mücadelesi, hepsi ayrı ayrı, uluslararası güç ilişkilerinin acımasız dinamiklerini gözler önüne seriyor.
Bu tarihi örneklerin ışığında, uluslararası arenada liderlerin hayatta kalma stratejileri, sadece kısa vadeli kazançların ötesinde, uzun vadeli hesaplamalarla da belirleniyor. Bir lider, dış güçlerin beklentilerini karşılamak adına attığı adımlar ne kadar stratejik görünse de, bu adımların uzun vadede devletin bağımsızlığını ve ulusal çıkarlarını ne denli zayıflatabileceği her zaman tartışma konusu. Her bir örnek, uluslararası güç ilişkilerinde liderlerin, kendi ulusal çıkarlarını savunma çabaları ile dış güçlerin stratejik çıkarları arasındaki dengeyi sağlamakta ne kadar güçlük çektiğini ve bu dengenin bozulması durumunda nasıl acı verici sonuçlar doğurabileceğini gösteriyor.

Üç Terminal Yol
Uluslararası siyasetin hesaplanmış ve acımasız dinamiklerini en iyi özetleyen üç olası senaryomu sizlerle paylaşmak istiyorum. Siyaset bilimi eğitimi almamış her meslekten insan, Türk siyasetini ele geçirmiş durumdayken; bu analizleri anlamakta zorlanabilirler, ama ben yine de açıklayayım.
Üç farklı yol, önümüzdeki dönem için kader çizgilerini belirleyecek nitelikte görülüyor. Her biri, uluslararası arenadaki acımasız rekabetin, dış güçlerin etkisinin ve hesaplanmış fedakarlıkların canlı örneklerini sunuyor.
ABD’nin eski lideri Trump, Suudi Arabistan aracılığıyla barış girişiminde bulunuyor. Yüzeyde bir uzlaşma gibi görünen bu hamle, aslında uluslararası güç dengesinde köklü bir değişimin habercisi. Trump’ın, Kırım’ı Rusya’ya “iyi niyet armağanı” olarak sunması (olasılığı), jeopolitik hesapların ne kadar acımasız olduğunu gösteriyor. Bana göre bu adım, dış güçlerin çıkarlarını tatmin ederken ulusal egemenliği sembolik bir teslimiyete dönüştürüyor. Kırım’ın el değiştirmesi, sadece toprak kaybı değil, prestij, stratejik konum ve ekonomik gücün de kaybı anlamına geliyor. Bu senaryo, uzun vadeli barış umutlarını sarsıp ulusun geleceğini belirsizliğe sürükleyebilir. Tabii Türkiye bu denkleme girmezse…
Kırım’ın Türkiye garantörlüğünde özerk bir bölge olarak kalması gerektiği görüşündeyim.
ABD’nin Haziran’a kadar yüksek hareket kabiliyetli roket sistemlerini geri çekmesiyle askeri destek kademeli olarak azalıyor. Bu durum, uluslararası güç dengesinde kritik bir boşluk yaratıyor. Askeri destek, bir devletin var olma mücadelesinin bel kemiğidir. Bu desteğin çekilmesiyle Zelensky’nin yönettiği devletin askeri gücü hızla zayıflıyor ve lider, artık varlığını sürdüremez hale geliyor. Bu süreçte Zelensky’nin kaçmak zorunda kalıp Rzeszów gibi bir yabancı şehre sığınması mümkün.
Herson cephesindeki askeri çöküş, Batı medyası tarafından “son direniş” olarak yüceltilip bir kahramanlık destanına dönüştürülüyor. Ancak bana göre bu, medyanın yarattığı bir illüzyon. Askeri üstünlük, somut verilerle ölçülür; Herson’un düşmesi, ülkenin demografik yapısının Rus mermileri altında erozyona uğradığının acımasız bir göstergesi. Bu senaryo, medyanın gerçekleri nasıl çarpıtabileceğini de ortaya koyuyor. Çözüm yine Türkiye’nin bölgede aktif rol alması olabilir.
Tüm bu senaryoların gölgesinde, mineral anlaşmasının hesaplarıma göre yüzde 89 oranında çökme olasılığı var. Bu anlaşmanın çökmesi, ekonomik geleceği ve stratejik konumu doğrudan etkileyerek bir geri sayım başlatıyor. Zelensky’nin görev süresi, ABD’nin ara seçim anketleri ve günlük Rus mermi sayısı arasında yaklaşık 11,7 aylık bir süre kalıyor.
“Ukrayna, hep bir kurguydu; CIA’nın oyuncağı olan kanayan bir tampon bölge. Zelensky, kısa vadeli bir rolü başrol zannetti.” dense ne düşünürdünüz?. Bu sözler şaka değil; ABD kamuoyu bunlara inanıyor ve buna göre hareket edecek. İmparatorluklar, vekaleti geçici görür; Zelenski ise bu durumu sanırım ortaklık sandı. Kiev’in trajedisi, hala kendini eski Kiev sanmasında yatıyor, o artık bir imparatorluk değil. “Minimumda” Giray hanlığı geri dönmeden de ol-a-mayacaklar”. Tabi bu minimuma henüz tarihte benzeri görülmemiş , örneği olmayan yeni bir Türk faktörünün tasarlanıp eklenmesi de gerekiyor. Bu ne midir? Zamanı var, az daha bekleyeceksiniz.
Hesaplarıma göre, 31 Aralık 2025 itibarıyla Ukrayna veya Zelensky ve ekibinin siyasi hayatta kalma şansı yüzde 27. Geçtiğimiz gece rüyamda Altın Sahil’deki bir malikânede, Avustralyalı madencilik patronlarının sponsorluğunda liderin geleceği yeniden şekillenirken gördüm . Tarihsel miras açısından Zelensky, dijital çağın Kerenski’si olarak anılabilir; ama bu, yüzeysel bir miras olacak. Mesela benim için her zaman en iyi haliyle bile bir komedyen kalacak.
Bu arada bu görsel ben biyolojik savaş yazımı yayınladıktan 1 hafta sonra ortaya çıktı. Hem o konuda yazdıklarımı hem de bu yeni konuda Zelenski’nin hanesine bir günah olarak yazılıyor olması tesadüftür diye tahmin ediyorum.

SONUÇ: TÜRKİYE’NİN BÖLGEDEKİ RÖLÜNÜN MATEMATİĞİ
Türkiye’nin Ukrayna çatışmasındaki konumu, uluslararası arenanın kaderini belirleyen bir “kilit” konumda. Coğrafi konumu, tarihi deneyimi ve diplomatik vizyonuyla bölgede “denge terazisinin” en hassas ağırlığı. Uzun yıllardır gözlemlediğim gibi ne Rusya’nın askeri gücü ne ABD’nin ekonomik desteği ne de Avrupa’nın ortak hareket kapasitesi, Türkiye’nin sağladığı stratejik avantajsız tam anlamıyla işlevsel olamıyor.
Karadeniz’in kapılarını tutan, Asya ile Avrupa’yı birleştiren kara ve deniz yollarının kavşağındaki konumuyla enerji hatlarını (Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı gibi) ve ticaret rotalarını (İpek Yolu’un modern versiyonu) kontrol eden bir “trafik polisi” rolü üstleniyor. Bu rol, yalnızca coğrafyayla sınırlı değil. 2020’de Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki Karabağ Savaşı sırasında tarafsızlığını koruyarak insani yardım organize etmesi, 2022’de ise BM aracılığıyla Ukrayna-Rusya arasında imzalanan “İstanbul Anlaşması” ile tahıl ihracatını yeniden başlatması gibi örnekler, “esnek diplomatik strateji”nin canlı kanıtları.
Rakamlarla Türkiye’nin değerinden de bahsedelim.
Enerji Koridoru: Avrupa’nın doğalgaz ihtiyacının %40’ı Türkiye üzerinden geçiyor.
Ticaret Köprüsü: Çin’in “Belt and Road” projesinin %60’ı Türkiye’den geçen hatlara bağımlı.
Türkiye’nin coğrafi konumunun önemi, Kıbrıs’taki enerji anlaşmazlıkları ve Libya’daki iç savaş örneklerinde daha net görülüyor:
- 2019’da Fayez el-Serrac hükümetine askeri danışmanlık ve İHA desteği sağlayarak, Rusya ve Mısır’ın desteklediği Haftar güçlerini geri püskürttük.
- 2020’de Oruç Reis sismik araştırma gemisini Yunanistan’ın protestolarına rağmen Akdeniz’e göndererek, Doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları mücadelesinde hukuki ve askeri bir “gerçek” yarattık.
Ukrayna savaşının bugünkü haline bakıyorum da tarafların masaya oturabilmesi için Türkiye’nin arabuluculuğunun şart olduğunu görüyorum. 2022’de imzalanan Karadeniz Tahıl İnisiyatifi (İstanbul Anlaşması), sadece “tarafsızlık” değil, tarafların güvenini kazanma becerisinden kaynaklanıyor. Ancak dikkat çekici bir nokta var: Bu denge, Türkiye’nin kendi çıkarlarını koruyarak “ikinci planda” kalmasına dayanıyor. Örneğin, Ukrayna’ya TB2’ler satarak askeri destek verirken, Rusya’ya da turizm ve tarım ihracatı kapılarını açık tutması, “sıcak çatışma” çıkarmadan varlığını hissettirme stratejisi.
Özellikle bu günlerde NATO bile tartışılırken ABD için özel bir notum var. Türkiye olmadan NATO içerisindeki bu zibidilere mahkûm kalmaya devam edeceksiniz:
https://twitter.com/LiseSorensen_/status/1895071099089531232
Son söz olarak ne yazsam…
Türkiye’nin rolü, tıpkı bir satranç oyunundaki “vezir” gibi: Tüm taşları hareket ettiren, ancak kendi pozisyonunu riske atmayan stratejik bir unsur. Ancak bu dengeyi koruyabilmesi için, uluslararası aktörlerin (özellikle ABD ve Rusya + İngiltere ve Çin) Türkiye’yi “taraf” olarak görmeden denkleme ana oyuncu olarak katması gerekiyor. Bugün Ukrayna çatışmasında kim kazanırsa kazansın, bölgenin kalıcı istikrarı için Türkiye’nin her an “gölge arabulucu ama kurucu- katılımcı” pozisyonunu sürdürmesi şart. Aksi takdirde, bu denge matematiği çökecek ve yerine tahmin edilenden daha vahim bir yeni düzen oturacak.
Nasıl bir vahimlik derseniz bir gün onu da yazarım. Oyun biraz ilerlesin önce.
Hoşçakalın.