Giriş
Aile, Göç ve Kültür Arasında Asimetrik Savaş başlığı altında, bugün Türk çekirdek ailesi, yalnızca aile içi bağlılık ağlarını temsil eden basit bir toplumsal birim değil; aynı zamanda kültürün devamlılığını sağlayan temel yapıtaşı işlevi görüyor. Bu yapının hedef alındığı gayri nizami harp, klasik harp terminolojisinin çok ötesine geçerek demografik mühendislik, bilgi operasyonları, ekonomik baskı ve sosyal mühendislik araçlarını eş zamanlı biçimde kullanır. Zygmunt Bauman’ın “akışkan modernite” kavramında işaret ettiği gibi, modern çağ bireyi sabit kimliklerinden koparıp hızlı tüketim döngülerine mahkûm ederken; Ulrich Beck’in “risk toplumu” analizinde ortaya koyduğu gibi, belirsizlik ve kaygı ortamı aileyi savunmasız bırakır. Türkiye örneğinde ise bu sarmalın merkezine yerleştirilen çekirdek aile, hem nüfus bilimi verileri hem de kültürel kodlar bakımından sistematik bir kuşatma altındadır.
Bu çok katmanlı saldırı ortamında, çekirdek aile kurumu hem nicelik hem de nitelik açısından üzerinde hesaplanan agresif bir hedefe dönüşmüştür. Kanaatim, post-modern çatışma alanında askeri çatışmanın yerini siber ve kimlik temelli savaşlar almıştır. Türkiye’de akademisyen Ayşe Buğra da; toplumsal devlet anlayışının yerini piyasa odaklı refah rejimlerinin aldığını, bu evrimin de aileyi ekonomik ve sosyal güvenceden soyutladığını ortaya koymaktadır. Devletin refah şemsiyesini kamusal kurumlar yerine piyasa aktörlerine taşımak, aileyi dışsal şoklara karşı savunmasız bir konuma iter.
Gayri nizami harp kavramsallaştırmasının kuramsal temelleri ise (aslında) Carl von Clausewitz’in “siyasetin şiddet aracılığıyla devamı” olarak tanımlayan klasik tezine eklemlenir; günümüzde politik şiddet, demografik mühendislik yoluyla toplumun temel birimini hedef alır. Bu bağlamda Türkiye’de 2010’lardan bu yana gözlenen aşırı hızlı kentsel dönüşüm ve kentleşme politikaları, sosyal donatı ekseninde ele alınmadan ailelerin fiziki ve ekonomik olarak parçalanmasına hizmet etmiştir. İstanbul’daki bir yandan yükselen kira maliyetleri, bir yandan göçmen yerleşimleri, ailelerin hem mekânsal hem de toplumsal çevre ağlarını çözmüştür.
Medya ve iletişim alanında yürütülen psikolojik operasyonlar, aile değer sistemlerini yeniden programlamayı amaçlayan “anlatı kontrol” teknikleriyle işletilir. Marshall McLuhan’ın “iletim araçları içeriği belirler” yaklaşımını aşan güncel uygulamalarda, sosyal medya algoritmaları aracılığıyla yaş, cinsiyet, medeni durum ve coğrafi konuma göre mikro-hedefleme yapılır. 25–34 yaş aralığındaki evli kullanıcı gruplarına yönelik olarak yapılan veri zenginleştirme (data enrichment) ve duygu analizi kombinasyonları, aile dayanışması temelli içeriklerin erişimini kısıtlarken, bireyciliği, geç evliliği ve “tek fert” modelini özendiren materyalleri öne çıkarır. En azından benim gözlemlerim şaşmaz şekilde bu yönde.
Kültürel boyutta ise Turgut Özakman’ın çağrıştırdığı gibi “anlam kuşağındaki kopuşlar” derinleşir. Eğitim müfredatlarında aileye ayrılan kazanımların oranı %11’lere inmiş; bunun yerine bireysel hak ve özgürlük söylemleri %32 payla yükselmiştir. Stephane Hessel’in “hak talebi” perspektifi üzerinden aileyi bir hak öznesi olarak görmekten çıkarmak, genç kuşakları evlilik ve çocuk sahibi olma noktasında çekimserleştiren güçlü bir etkendir.
Göçmen politikalarının stratejik bir saldırı aracı olarak kullanılması, bu karmaşık saldırı ortamının sinsi bir bileşenidir. Devletlerin göç akışını yönlendiren optimize edilmiş algoritmaları, nüfus planlamayı açık bir güvenlik politikası meselesine dönüştürmüştür. Türkiye örneğinde, 2024 itibarıyla kayıtlı yaklaşık 3,1 milyon Suriye uyruklu sığınmacı, toplumsal hizmet ağlarını zorlarken aile içi dayanışma ve devlet destek ağlarının yerli çekirdek aileden uzaklaşmasına neden olmuştur. Olmamıştır diyen varsa da tartışalım.
İşte bu kök sebeplerden ötürü bu makalenin amacı, Türk çekirdek ailesine çok katmanlı saldırı senaryosunda parametre olarak belirlenen demografik göstergelerin, psiko-sosyal mühendislik tekniklerinin, hukuki düzenlemelerin ve göç stratejilerinin nasıl eşgüdümlü işlediğini akademik bir dille ortaya koymaktır.
Yani bu makale bir yerde anlayana, duymayana, duymayı reddedene not düşmek için yazılmıştır.

Saldırı Faktörleri Üzerine Analitik Değerlendirme
Aslında, ele alacağım üç ana saldırı faktörü —sistemik zayıflatma + kurumsal çöküş, kültürel erozyon + kimlik krizi ile demografik manipülasyon + göç yönetimi— hakkında, istisnai durumlar dışında herhangi bir sayısal istatistiğe başvurmadan; yalnızca bu araçların işleyiş mantığını, dayandıkları zemini ve aile kurumuna yönelik etkilerini teknik ayrıntılarıyla tartışmak amacıyla aşağıdaki açıklamaları kaleme alıyorum. Bu analiz, Klasik harp yöntemlerinin ötesine geçen, modern iletişim teknolojileri, kentsel planlama modelleri ve nüfus mühendisliği araçlarının nasıl entegre bir şekilde kullanıldığını göstermeyi hedeflemektedir.
Sistemik zayıflatma ve kurumsal çöküş, çekirdek ailenin toplumsal ve ekonomik fonksiyonlarının kasten bozulmasını sağlayan en temel saldırı hattıdır. Burada amaç, aileyi destekleyen kamu ve özel kurumların işlevselliğini aşamalı olarak çökerterek, aileyi savunmasız bir bireyler yığınına dönüştürmektir. Bunun için öncelikle sosyal güvenlik mekanizmalarının kamusal niteliği piyasalaştırılır, böylece aile fertleri üzerindeki işsizlik, sağlık harcamaları ve eğitim maliyeti yükleri bireyin omuzlarına yıkılır. Bu yıkım süreci, esnek çalışma modelleri adı altında yaygınlaştırılan belirsiz istihdam ilişkileriyle hızlandırılır; aile içi gelir akışı süreksizleşir, bütçe planlaması imkânsızlaşır.
Ekonomik normallik erozyona uğradıkça, bireyler aileyi korumaktan çok “günlük geçim” kaygısı ekseninde hareket etmeye başlar. Saldırgan aktörler, kent içindeki yaşam maliyetlerini düzenleyen enflasyon ve kira politikalarını araçsallaştırarak, ailelerin konut piyasasında rekabet gücünü sistematik biçimde erozyona uğratır. Bu politikalar, yüksek faizli kredi paketleri ve karmaşık borç yapılandırma süreçleriyle birleştiğinde ailenin finansal kronikleşmiş borç döngüsüne kapılmasına yol açar. Böylece hem temel gıda ve barınma ihtiyaçları hem de çocukların eğitim giderleri için kaynak ayrılması zorlaşırken, aile kurumunun “ekonomik baskı” altındaki direnci zaman içinde zayıflar.
Kurumsal çöküşün diğer bir kanalı, yerel yönetim hizmetlerinde yaşanan işlevsizliktir. Saldırgan aktörler, ailelerin başvurduğu sosyal hizmet merkezlerini bürokratik yük altında bırakacak düzenlemeler tasarlar; izin alınması gereken evrak sayısı artırılır, karar süreçleri şeffaflıktan uzaklaştırılır. Böylece aile, yardım almaya ihtiyacı olduğunda “sistemsel engellerle” yüz yüze kalır, güvenini kaybeder. Sonuç olarak, ailenin topluma dönük dayanışma hatları zayıflar, ferdi kurtarma refleksi güçlenir.
Kültürel erozyon ve kimlik krizi, ailenin yarattığı ortak değerler ve kuşaklar arası aktarım kanallarını hedef alır. Bu safhada psikolojik operasyon araçları başrol oynar: Medya, eğitim ve dijital içerik platformları üzerinden yürütülen “narratif (anlatım +söylem) kontrol” teknikleri, aileyi bir “geçici sosyal form” olarak kodlayıp, güçlü bir kimlik aidiyeti yerine tüketim odaklı, bireyciliği yücelten motifleri ön plana çıkarır.
Öncelikle içerik üreticileri, “aileseme” olarak tanımlanan “kuşak içi ritüelleri” kamusal alanda görünmez kılacak şekilde kurgulanır. Televizyon dizilerinden sosyal medya hikâyelerine kadar, ebeveyn–çocuk ilişkisinin temel işlevleri dramatize edilir; destekleyici karakterler hızla kadrajdan çıkarılır veya aile dışı bir “danışman” figürün tavsiyelerine yönlendirilir. Bu sayede aile içi çözüm mekanizmaları sekteye uğrar. Aynı teknik, eğitim içeriklerine de taşınır: Ders kitaplarında ve e-öğrenme modüllerinde, gençlerin kendi benlik haklarını koruma refleksiyle övülen bölümler, toplumsal sorumluluk ve kuşak dayanışması hakkındaki geleneksel anlatıların önüne geçer.
Bu sürecin dijital ayağında, yapay zekâ destekli duygu analizi araçları kullanılır. Aile temalı içeriklere gösterilen tepkiler —beğeni, paylaşım, yorum—algoritmalarca taranır, böylece hangi söylemlerin “aile kurumu lehine” veya “aleyhine” etki yarattığı anlık olarak izlenir. Olumsuz etki yaratan değerler hızlıca geri plana itilip, bireycilik temelli anlatılar desteklenir. Dolayısıyla kültürel kodların dönüşümü, sürekli veri beslemeli bir geri bildirim döngüsü içinde gerçekleşir.
Kimlik krizinin tetikleyici unsuru, sosyal medya fenomenleri ve popüler kültür aktörlerinin “atomize birey” kimliğini yücelten söylemleridir. Aile içindeki rol dağılımı, ‘bireysel özgürlük’ bağlamında kuşatılarak “sorumluluk reddi” olumlanır. Bu olumlama, genç kuşakların aile projeksiyonlarını sistematik olarak erozyona uğratır; kuşaklar arası deneyim aktarımı kesintiye uğrar ve kültürel hafıza kırılganlaşır.
Demografik manipülasyon ve göç yönetimi ise bu iki saldırı hattını nüfus mühendisliği düzeyine taşır. Burada çekirdek aileye yönelik asıl darbe, hem nüfusun niceliksel yapısına hem de etnik-kültürel kompozisyona yönelik olarak planlanır. Devletin nüfus politikaları, aile planlamasını teşvik eden ya da caydıran düzenlemelerle nüfus dengesini dolaylı olarak yönetir; örneğin doğum kontrol hizmetlerine erişim zamanlamaları, çocuk sayısına bağlı vergi ve sosyal yardım uygulamaları kabaca ayarlanarak ailelerin büyüme tercihleri etki altına alınır.
Bu etki, göç stratejileriyle güçlendirilir. Göçmen entegrasyonu denilen süreç, bir yandan genç iş gücünü muhafaza etme bahanesiyle sunulurken diğer yandan çekirdek ailelerin toplumsal destek ağlarını yıpratmayı amaçlar. Yeni gelen ailelerin yerel hizmet noktalarındaki öncelikli hakları, yerli ailelerin aynı hatlardaki önceliklerini yok sayacak şekilde düzenlenir. Bu durum, aitlik hissini zedeler; çünkü aile, kendini koruyacak kurumsal altyapıdan mahrum bırakıldığını hisseder.
Göçmen politikalarının en sinsi aşaması, coğrafi bölgeleme ve sosyal izolasyondur. Yerleştirme algoritmaları, göçmen nüfusu belirli mahallelere yoğunlaştırarak “mikro-etnik” veya “mikro-kültürel” cepheler oluşturur. Böylece yerli aileler, anadilinde hizmet alabilecekleri sosyal tesislerden yoksun bırakılır; toplumsal sadakat ve sosyal sermaye hatlarının zayıflığı, aile dayanışmasını içerden yıkar.
Demografik mühendislik araçlarının arka planında, nüfus projeksiyon modelleri ve oyun teorisi simülasyonları vardır. Planlamacı aktörler, aile birimlerinin zaman içinde nasıl evrileceğini öngören nüfus dinamikleri yazılımları kullanır. Kurulum senaryoları karşılaştırılır—örneğin ortalama çocuk sayısının düşmesiyle yaşlı bakım maliyetlerinin aile içi yükünü nasıl artıracağı, tek çocuklu ailelerin gelecekteki ekonomik dayanıklılığını nasıl zayıflatacağı gibi—ve hangi parametrelerin harekete geçirilmesinin saldırı verimliliğini en üst düzeye çıkaracağı hesaplanır.
Son olarak, demografik manipülasyonun psikososyal etkileri, aile içi dayanışma normlarının yıpranmasıyla birlikte aile üyeleri arasında güvensizlik üretir. Göçmen-komşu etkileşimleri, başlangıçta farklı bir kültürlerarası paylaşım olarak sunulurken, sosyal medya üzerinden beslenen önyargı kurguları bu etkileşimleri “kaynak rekabeti” algısına dönüştürür. Aile bireyleri, hem ekonomik hem kültürel olarak “öteki” ile rekabet içinde olduklarını düşündükçe, içe kapanma ve savunma refleksi geliştirir. Bu eğilim, ailenin dışa dönük dayanışma kapılarını kapatmasıyla sonuçlanır ve sistemik zayıflatma döngüsüne katkıda bulunur.
Bu üçlü faktör seti—sistemsel zayıflatma, kültürel erozyon ve demografik manipülasyon—birbirini besleyen, kapsayıcı bir saldırı yapısı oluşturur. Aile kurumu, bu yapı içinde kendisini bir kez daha inşa edebilmek için ancak çok disiplinli bir savunma stratejisi geliştirdiğinde varlığını sürdürebilir. Ancak bu savunma stratejisi, klasik koruma yöntemlerinin ötesinde; eğitimden yerel yönetişime, hukuki düzenlemelerden sosyal yenilikçi modelleri barındıran kooperatif ağlara kadar uzanan teknik ve fikrî bir direnç hattını gerektirir.
Peki bunlar ülkemizde var mı? Yok…
Peki bunun sonucu nereye varır? Açık konuşalım: Önce bilişsel ardından ise fiziksel işgal.
Peki bu kadar bariz bir durum nasıl öngörülemez ya da görülse bile umursanmaz?
Çünkü çok yavaş gerçekleşir yani takibi zordur ya da takip önceliğinde sıralamaya girmeyecek bir tehtit tipi olarak değerlendirilir.
Sade bir Türk vatandaşı olarak söylüyorum: Yazıklar olsun.

Türkiye Örneğinde Aile Kurumuna Yönelik Hibrid Taktikler
Bu taktikler, medya ve eğitim yoluyla yürütülen psikolojik operasyonlar, hukuki düzenlemeler aracılığıyla gerçekleştirilen sosyal mühendislik ve ekonomik-sosyopolitik baskı mekanizmalarının eşzamanlı devreye sokulmasıyla şekillenmektedir. Aşağıda, her bir bileşenin asimetrik saldırı stratejisi niteliği ve işleyiş mantığı açıklanmaktadır.
Başta kitle iletişim araçları olmak üzere dijital platformların algoritmik kodları, aileyi bir arada tutan normatif değerlerin yerini bireyselci ve tüketim odaklı anlatılara bırakacak biçimde kurgulanır. Türkiye Aile Yapısı Araştırması verilerine göre, aile üyelerinin günlük bir arada geçirdiği etkinlikler içinde televizyon izleme %18,2 ile en yüksek paya sahipken, komşu ve akraba ziyaretleri sırasıyla %9,3 ve %13,6 oranlarında kalmaktadır.
Sosyal medya kullanım süresi ve dijital içerik tüketim alışkanlıkları da benzer şekilde artış gösterir; bu da yüz yüze iletişimin azalmasına ve aile içindeki psikososyal bağların zayıflamasına yol açar. Psikolojik operasyonların teknik temelini, “anlatı kontrolü” adı verilen bir yöntem oluşturur: Hedef kitlenin değer haritasını değiştirmek için medya içeriği, eğitici programlar ve popüler kültür ürünleri içinde sürekli tekrar eden temalar yerleştirilir. Sözgelimi bağımsızlık, kendilik gerçekleştirme ve tüketimle eşdeğer mutluluk temaları; aile dayanışması, nesiller arası dayanışma ve toplumsal sorumluluk anlatılarının önüne geçirilir. Bu yöntemle, bireylerin zihinlerinde “mutlu bir aile” tanımı, geleneksel dayanışma temellerinden koparak seküler ve atomize bir modele kaydırılır.
Bu noktada şunu soralım: Peki içimize aldığımız bu “medya türevleri” kimin kontrolünde?
Şimdi devam edebiliriz.
Eğitim alanında uygulanan benzer bir kontrollü dönüşüm, müfredat revizyonları ve öğretmen eğitimi programları aracılığıyla aile değerlerinin temsil edildiği bilgi bloklarının değiştirilmesiyle gerçekleşir. 2019’da TÜİK’in açıkladığı müfredat analiz raporlarında, aile konusuna ilişkin kazanımlarda “birey hak ve özgürlükleri” temasının %32 oranla öne çıktığı, “ailenin toplumsal rolü” içeriklerinin ise %11 oranına kadar gerilediği saptanmıştır . Ders kitaplarında yer alan aile modelleri, çekirdek aile tanımını bile “ölçülü aile planlaması” ve genç yaşta evliliğin riskleri tartışmalarıyla gölgede bırakır. Psikolojik operasyonların eğitim ayağında, okullarda psiko-sosyal danışmanlık birimleri aracılığıyla “geleneksel değerlerin yarattığı baskı” nitelemesi yapılır; bu da genç fertlerin aile kurma niyetini hem psikolojik hem de toplumsal düzeyde geri çekmeye yönlendirir.
Hukuki düzenlemeler, toplumsal mühendisliğin ikinci ayak desteğini sağlar. Özellikle boşanma süreçlerini hızlandıran alternatif uyuşmazlık çözümü yöntemleri, arabuluculuk uygulamaları ve “koruyucu tedbir” tanımları, boşanma oranlarını doğrudan etkileyen yasal boşluklar oluşturur.
Sosyal mühendislik kapsamında bir diğer kritik araç, düzenleyici kurumların “aile danışma merkezleri” adı altında oluşturduğu yapıların, soyut değer aktarımı yerine bireysel terapötik müdahaleye öncelik vermesidir. Bu merkezler, aile içinde ortaya çıkan doğal krizleri “patolojik sorunlar” kategorisine sokarak, çözüme toplu dayanışma yerine bireysel psikoterapi, ilaç ve sosyal yardım destek paketleriyle yaklaşır. Elde edilen saha verileri, Berrin Eyce’nin tanımladığı “aile içi rollerin uzman kurumlara devri” sürecini hızlandırır . İnce hesaplanmış bir şekilde kurulan bu ağlar, aile kurumu içindeki duygusal sermayeyi erozyona uğratırken “bireyci sorun çözme” refleksini pekiştirir.
Üçüncü hibrid taktik kategorisi, ekonomik ve sosyopolitik baskı mekanizmalarıdır. Bir yandan artan kentleşme maliyetleri ve yaşam giderleri, diğer yandan iş güvencesizliği, genç çiftlerin evlilik ve çocuk sahibi olma kararlarını doğrudan etkiler. Merkezi istatistiklere göre, 2020 itibarıyla nüfus artış hızı binde 5,5’e kadar gerilemiş; üç ve üzeri çocuk sahibi ailelerin oranı %34,5’in altına düşmüştür . Bu sayısal düşüş, nüfus politikalarını şekillendiren aktörleri “göçmen kabulü” stratejisine yönlendirmekte; bu da aile yapısına yönelik asıl sosyo-kültürel saldırının altyapısını oluşturur.
Devlet destekli göçmen yerleşim politikaları, ekonomik ihtiyaç argümanıyla haklı gösterilse de; belirli bölgelerde yoğunlaştırılan konut projeleri ve istihdam paketleri, yerli çekirdek aileleri sosyal hizmet ağlarından izole eder. Böylece ailelerin ekonomik savunma kapasitesi zayıflarken, sosyal çevrelerinin etnik ve kültürel kompozisyonunda hızlı değişim yaşanır. Aynı politik yelpazede, iş güvencesizliği ve asgari ücretteki erime, hanehalkı içinde “teknolojik yoksunluk” ve “eğitim fırsatı adaletsizliği” düzeylerini yükselterek aile kurumunun geleceğe yönelik yatırım olanaklarını kısıtlar.
Sonuç olarak, Türkiye örneğinde çekirdek aileye yönelik hibrid taciz senaryosu; medya ve eğitimde uygulanan psikolojik operasyonlar, hukuki düzenlemelerle yürütülen sosyal mühendislik ve ekonomik-sosyopolitik baskı mekanizmalarının çok katmanlı bir stratejiyle eşgüdümlü devreye sokulmasıyla şekillenmektedir. Her bir bileşen, aileyi oluşturan normatif, duygusal ve ekonomik dayanışma ağlarını sistematik olarak erozyona uğratmayı hedefleyen asimetrik bir saldırı mantığını gizler. Bu taktiklerin bileşkesi, aile kurumu üzerinden Türk kültürünün çekirdek taşıyıcısına yönelik gayri nizami bir harp cephesini inşa eder.

Teknik Betimleme – Gayri Nizami Harpte Kullanılan Yöntem ve Araçlar
Sistemik zayıflatma, geleneksel toplumsal kurumların dayanıklılığını bilinçli müdahalelerle aşındırmayı hedefler. Bu sürecin en etkin ayağı, aileyi destekleyen ekonomik ve hukuki düzenlemelerin kademeli olarak piyasalaştırılmasıdır. Aileyi koruyucu mekanizmaların kamusal sorumluluğu, finansal araçlara ve özel sigorta şirketlerine devredilirken, bireylerin asıl güvencesi koşullu kredi paketleri ve reform paketlerine dönüştürülür. Bu modelde aile içindeki kriz durumlarına devlet desteği bir ayrıcalık olarak sunulur; dolayısıyla aile fertleri, sağlık, eğitim ve barınma ihtiyaçları için sürekli olarak piyasa aktörlerine başvurmak zorunda bırakılır. Kredi geri ödemelerindeki gecikmeler, yüksek primli sigorta poliçeleri ve hukuki süreçlerdeki karmaşıklık, bireyin aile desteği hattını tüketirken, aile kurumu sistemsel açıdan çökmeye programlanmış bir yapı haline gelir.
Hukuki altyapı da sistemik zayıflatmanın başka bir cephesini oluşturur. Aileyi koruyucu temel yasaların uygulama alanı, mahkemelerin ve sosyal hizmet birimlerinin yetki tanımlarıyla aşamalı olarak daraltılır. Boşanma süreçlerindeki arabuluculuk mekanizmaları, başlangıçta uzlaşmayı öne çıkarır gibi görünse bile aslında ekonomik ve psikolojik baskıyı artıracak şekilde tasarlanır. Evlilik yükümlülüklerini yerine getiremeyen taraflar, sistemin karmaşık prosedürleri içinde hakkaniyeti sağlanan taraf değil; “hizmet” alıcısı konumuna düşürülür. Bu model, aile kurumunun koruyucu normlarından koparılmasını ve bireylerin hukuki sistem karşısında yalnız bırakılmasını amaçlar. Böylece aile, içindeki dayanışmayı değil, bireysel olarak eriyişi deneyimleyen bir mekâna dönüşür.
Kurumlarla ilişkili sosyal hizmet ağlarının boyutları daraltılırken, aynı anda ailenin toplumsal ağları hedef alınır. Komşuluk ve akrabalık ilişkilerinin şeffaflığını artıracak düzenlemeler bahane edilerek, yerel toplum merkezlerinin fonlanması geri çekilir. Bu geri çekilme, ailelerin doğal dayanışma kaynaklarını kullanılamaz hale getirir; kriz anında başvurulacak idealize edilen “resmi kurum” mecburiyeti doğar. Aile üyeleri, mahallenin kolektif güveni yerine resmi prosedürlerin karmaşası içinde kayboldukça, sistemik zayıflama kendi kendini pekiştirir. Neticede, aile kurumunun taşıyıcı kollektif refleksi yerini bireysel hayatta kalma stratejilerine bırakır.
Kültürel erozyon ise ailenin içsel değer kodlarını dönüştürmeyi amaçlayan uzun vadeli bir stratejidir. Bu stratejinin temel dinamiği, kuşaklar arası aktarımı sağlayan ritüellerin ve sembolik pratiklerin kamusal alandan soyutlanmasıdır. Topluluk içinde kuşakları buluşturan düğünler, bayramlaşmalar, ortak ibadet ritüelleri yerini kısa süreli eğlence etkinliklerine ve ticarileştirilmiş kutlama modellerine bırakır. Dolayısıyla, aile bireyleri arasındaki ritüel paylaşımları zayıflar, ortak değer inşası sekteye uğrar. Yüzyıllardır sessiz kalarak nesilden nesile aktarılan aile jargonu, gündelik hayatın hızına kurban edilir; aile içi anlam dünyası, bireysel hedeflere hizmet eden geçici bir zemin haline gelir.
Bu erozyon sürecini derinleştiren ikinci boyut, eğitim ve medya dışı sosyal kurumların dönüşümüdür. Aileyi merkeze alan toplumsal danışma programları, kısa süreli “bireysel farkındalık atölyeleri” veya “yaşam koçluğu” başlıkları altında sunulur. Geleneksel aile öğretisinin taşıyıcısı olan yaşlı kuşak, artık rehber değil, “danışan” konumuna itilir. Bu modelde bilgi hiyerarşisi tersine çevrilir ve aile bilgesi, modern uzmanlar tarafından “rehabilite edilmesi gereken” bir nesneye dönüşür. Sonuç olarak, ailenin kültürel belleğini koruyan mekanizmalar anlamsızlaştırılır; kültürel hafıza, dışsal tanımlamalara bağımlı hale getirilir.
Demografik manipülasyon, ailenin temel varoluş koşullarını nüfus mühendisliği üzerinden dönüştürmeyi hedefler. Burada aile planlaması politikaları, toplumun geniş kesimlerine dikte edilen kural olarak sunulur. Devletin nüfus müdahale stratejisi, aile planlamasını bireysel tercih olmaktan çıkarıp toplumsal “zorunluluk” haline getirir. Kadınların çalışma hayatına dahil edilmesini teşvik eden düzenlemeler, ev içi emek işlevini görünmez kılar; aynı anda çocuk bakım kurumlarının yetersiz bırakılması, aile içinde çocuk bakım yükünü bireyin omuzlarına yükler. Bu karmaşıklık, nüfus artışının doğal döngüsünü bozarken, aile içindeki kuşak dayanışmasını da erozyona uğratır.
Göç yönetimi, demografik müdahalenin bir diğer kritik ayağıdır. Aile kadrosunu yenileme mekanizmaları yerine, dışarıdan nüfus transferi politikaları devreye sokulur. Bu politika, nüfus açığı iddiasıyla gerekçelendirilirken, asıl hedef yerli ailelerin toplumsal ve psikolojik bağlarını zayıflatmaktır. Yeni gelen grupların uyum süreçleri, yerli ailelerin sahip olduğu tarihsel ve kültürel bağları tehdit eden bir araç olarak kullanılır. Bu araç, göçmen aileleri topluluk içinde “yenilikçi unsurlar” olarak tanımlarken, yerli aileleri “yerleşik olmayan” statüsüne sürükleyerek güven duygusunu tahrip eder.
Bu demografik müdahale eş zamanlı olarak kentsel planlama mekanizmalarıyla ilişkilendirilir. Yerleşim alanlarında yeni konut projeleri, sadece ekonomik değil, toplumsal mühendislik çerçevesinde tasarlanır. Mekânın fiziksel dönüşümü, toplumsal bağın coğrafi zayıflamasını beraberinde getirir. Aile, artık mahalle dayanışmasına değil, riskli finansal yatırımlara ve ticarileşmiş sosyal tesislere bağımlı hale getirilerek sistemden koparılır. Böylece, demografik manipülasyonun somut yüzü, ailenin hem üyeleri arasındaki hem de toplumla arasındaki bağları kesintiye uğratan bir planlama pratiğine dönüşür.
Bu üç saldırı hattı—sistemik zayıflatma, kültürel erozyon ve demografik manipülasyon—birbirini tamamlayan, farklı ölçeklerde seyreden ve eşzamanlı olarak devreye sokulan bir mekanizma bütünüdür. Ailenin ekonomik tabanı, hukuki güvencesi, kültürel kodları ve nüfus dinamikleri üzerinden yürütülen bu müdahaleler, klasik harp paradigmalarının ötesinde, toplumun en küçük birimini dönüştürmeyi amaçlayan asimetrik bir savaş aklına işaret eder. Bu aklın arka planında, toplu direnci kırmak için her bir parametre eksiksiz biçimde modellenmiş, entegre bir planlama ve uygulama stratejisi yer alır. Ailenin bu çok katmanlı kuşatma altında kendisini yeniden inşa edebilme kapasitesi ise ancak sosyal bağları ikna edici bir teknik dille yeniden kuran, hukuki zemini ve ekonomik koşulları dönüştüren geniş kapsamlı savunma modelleriyle mümkün olacaktır.

Göçmen Politikasının Stratejik Bir Saldırı Aracı Olarak Kullanımı
Türk çekirdek ailesine yönelik gayri nizami harp cephesinde göçmen politikaları, demografik mühendislik ve kültürel erozyon araçlarının bir arada kullanıldığı sinsi bir strateji olarak kurgulanmıştır. Resmî dilde “insani sorumluluk” ve “uluslararası dayanışma” gibi kavramlarla meşrulaştırılsa da, sahada uygulanan mekanizmalar aile kurumunun toplumsal işlevlerini aşamalı biçimde zayıflatmaya yöneliktir. Bir yandan yıl içinde üç milyonu aşan kayıtlı yabancı nüfus, kamu hizmetlerinde talep baskısını öylesine yükseltir ki yerel ailelerin eğitimden sağlığa, barınmadan sosyal hizmetlere erişim önceliği yavaş yavaş geri plana itilir. Bu demografik yük, aileye yönelik sosyal sermaye hatlarının kopmasına, fertlerin devlet destek ağlarında “iki sınıf hâline” gelmesine yol açar.
Göçmen yerleştirme pratikleri, basit bir “koy ve bırak” mantığından ibaret değildir; gelişmiş demografik projeksiyonlar kullanılarak, bölgesel nüfus kompozisyonu uzun vadeli nüfus planlama modellerine göre yeniden tasarlanır. Bu modeller, her bir ailenin yaş aralığı, mesleki yapısı ve dil yeterliliği gibi parametreleri içeren çok boyutlu uyum skorları oluşturur. Skor ne kadar yüksekse, aileler büyük şehirlerin merkezi mahallelerinde yoğunlaştırılır; düşük skorlu aileler ise kırsal ve ekonomik altyapısı zayıf bölgelere yönlendirilir. Böylece kentsel mekânda yerel çekirdek ailelerin kaynak havuzlarına erişimi yapay şekilde daralırken, aileler hem ekonomik yetersizlik hem de toplumsal izolasyon ile mücadele etmek zorunda kalır.
Bu sayede, göçmen politikaları aileyi yalnızca nüfus artışı penceresinden etkilemekle kalmaz; aynı zamanda sosyal ayrışmayı besler, “öncelikli hizmet” algısı yaratarak yerelden merkeze tüm ilişkisel yapıyı yeniden kurgular. Zaman içinde, mahalledeki sağlık ocağı randevularından okul kayıt sistemine kadar pek çok alanda “sisteme ilk uyum sağlayan” grupların avantajlı konuma yükseldiği görülür. Yerel aileler, bu avantaj yarışında sürekli geride kalmanın baskısını yaşar; çocukları devlet okullarında kontenjan sıkışıklığı veya burs programlarında geçici hak kayıplarıyla yüzleşirken, aile içi stratejiler daha çok “bekleme ve vazgeçme” üzerine evrilir.
“Uyum” adı altında uygulanan eğitim ve mesleki programlar, göçmen nüfusun sürekliliğini ve adaptasyonunu desteklediği savıyla açılır. Oysa mevcut kontenjanların yaklaşık dört katı kadar yabancı uyruklu katılım belirlenirken, yerli ailelerin erişimi fiilen kısıtlanır. Dil kurslarından işgücü piyasasına hazırlık programlarına kadar uzanan bu paketler, yerel gençlere “bekleme listesi” veya “referanslı başvuru” koşulları getirerek aile içinde psikolojik bir gerilim oluşturur. Bireyler, “yardım alabilme” güvenini yitirdikçe aile dayanışması da tıkanır; çünkü kaynak aktarımı göçmen destek paketlerine kayarken, yerli aile fertleri ihtiyaç duyduklarında daimi bir rekabet ortamı hissetmeye başlar.
Bu mekanizmalara eşlik eden siyasi ve toplumsal söylem, göçmenlere yönelik pozitif motivasyon kampanyalarıyla yerli talepleri “sorunlu” ilan eder. Kamu spotlarında misafirperverlik, evrensel haklar ve insani sorumluluk temaları işlenirken, yerli ailelerin kendi sorunları medyada “popülist kaygılar” başlığı altında eleştirilir. “Daha kapsayıcı bir toplum” vurgusu yapıldıkça, aile kurumunun kendine özgü işleyişine dair geleneksel dayanaklar ikincilleştirilir. Neticede, yerli çekirdek aile üyeleri hem kamuoyunda hem de bürokratik uygulamalarda “farklılaştırılmış vatandaşlık” muamelesi görür hale gelir.
Coğrafi yoğunlaşma pratikleri, kentsel dönüşüm projeleriyle iç içe şekillenir. Yeni inşa edilen toplu konut alanlarında yabancı kiracıya sağlanan düşük faizli kredi ve uzun vadeli kira imkânları, aileleri bölgesel mekânda “ağır rekabete” mahkûm eder. Aynı alanlardaki yerli gençler için ayrılan destek paketleri ise sınırlı sayıda tahsis edilir veya belirsiz süreli prosedürlere bağlanır. Dolayısıyla aile, mekânsal olarak da “eski mahalle dayanışmasından” koparılıp, riskli yatırım modelleri ve ticarileşmiş yaşam alanlarına yönlendirilir. Bu yönlendirme, sosyal tesislere ve mahalle kültürüne uzak bırakılan çekirdek aileyi adeta “rezidans zindanı”na hapseder.
Politik ve hukuki zemin de bu stratejinin ayrılmaz parçasıdır. Göçmenlerin çalışma izni sürelerini ve sosyal yardım paketlerini düzenleyen yasa değişiklikleri, yerli vatandaşın benzer süreçlerde yaşadığı bürokratik basamaklarla kıyaslandığında oldukça esnektir. Bu esneklik, kısa vadede sosyal uyum propagandası olarak sunulsa da, uzun vadede kamusal kaynakların “gereksinim önceliği” formüllerini yabancı nüfus lehine kaydırır. Yerli ailelerin kamusal hizmet talepleri, siyasi söylemde “dar milliyetçilik” eksenine hapsedilir; yabancı nüfusun talepleri ise “insanî diplomasi” vurgusuyla desteklenir. Böylece bir politika kurgusu hem nüfus mühendisliğini pekiştirir hem de toplumsal meşruiyet savaşını yönlendirir.
Algı yönetimi ve psikolojik operasyonlar, göçmen politikalarını topluma kabul ettirmede son derece kritik bir rol oynar. Sosyal medya üzerinden yürütülen kampanyalarda “ortak gelecek” söylemi, yerli ailelerin uzun vadeli kaygılarına dair ifadelerle birlikte işlense de, pozitif duygu analizi hatlarıyla desteklenir. Bu operasyonlar, “göçmenler Türkiye’nin demografik yedeğini oluşturuyor” ya da “Türkiye’nin geleceği herkesin ortak sorumluluğu” gibi başlıklarla kitleleri motive ederken, reddedici ifadeler anlık olarak filtrelenir veya “nefret söylemi” gerekçesiyle sansürlenir. Böylece, kamusal alandaki tartışma çerçevesi daraltılır ve yerli ailelerin itirazları marjinalleştirilir.
Bu bütünleşik saldırı stratejisi, “Makyevelist” bir aklın ürünü olarak, düşmanı içeriden fethetme kuralını göçmen politikalarına uyarlamıştır. Sayısal üstünlük yaratmaktan ziyade, aile kurumunun dayanıklılığını ve normatif bütünlüğünü zayıflatmayı, toplumsal kodları yeniden yazmayı amaçlar. Türk çekirdek ailesine yönelik kuşatma, sadece nüfus hareketleriyle sınırlı kalmaz; altyapı planlamalarından hukuki düzenlemelere, toplumsal söylemden bireysel psikolojiye uzanan çok katmanlı bir yaklaşım gerektirir. Direnç gösterebilmek, bu sinsi cephenin parametrelerini iyi tanıyan bir stratejik bilince, aile dayanışmasını güçlendiren yerel pratiklere ve hukuki-sosyolojik savunma mekanizmalarına bağlıdır.

Direnç ve Koruma Stratejileri
Gayri nizami harp cephesine yem olmaya devam eden Türk çekirdek ailesinin karşı koyma kapasitesini yükseltmek, hem saldırının parametrelerini bilen bir stratejist perspektifi hem de kültürel direncin teknik ölçütlerini esas alan bir pratik yaklaşım gerektirir. Bu bölümde, kültürel dayanıklılık modelleri, hukuki ve siyasal müdahale araçları ile sivil toplum destek mekanizmalarının nasıl yapılandırılması gerektiği, kendi önermelerim üzerinden, ölçülebilir göstergeler ve uygulama detaylarıyla ele alınacaktır.
Kültürel dayanıklılık, aile kurumunun normatif ve sembolik kaynaklarını yeniden mobilize edecek bir “sosyokültürel geri çağırma” sürecine dayanır. Parametre bazında baktığımızda, çekirdek aile bireyleri arasında paylaşılan ritüellerin haftalık tekrar sıklığının 3’ün altından 8’e çıkarılması; geleneksel kutlama ve bayramlarda aile içi ortak zaman oranının yüzde 13,6’dan yüzde 25’e yükseltilmesi hedeflenir . Bu metrikler, dijital medya ile yarışabilecek yoğunlukta ve yenilikçi formatlarda (örneğin sanal ortamda kuşaklar arası hikâye paylaşımı, etkileşimli mutfak atölyeleri) yeniden kurgulanmalıdır. Aynı zamanda toplumsal hafızanın güçlendirilmesi için “otomatik dokümantasyon” sistemleri kurulabilir; mobil uygulamalar aracılığıyla her ailenin kendi sözlü tarih arşivini oluşturması, 5–10 yıl sonra ölçümlenecek “kültürel aktarım skorları”nı (0–100 ölçeğinde) standartlaştırabilir.
Neden olmasın?
Hukuki zeminde, aile kurumunu destekleyen mevcut kanun maddelerinin güçlendirilmesi ve uygulama pratiklerinin denetlenmesi gereklidir. Aile Bütünlüğü Yasa Teklifi kapsamında, boşanma süreçlerinde biyometrik ve mahremiyet parametrelerini içeren yeni bir “uzlaştırıcı hakemlik” mekanizması önerilebilir. Örnek vermem gerekir ise burada her boşanma davası, tarafların tekrar bir araya gelme potansiyelini ölçen %0–1 arasındaki bir “reformasyon indeksi” üzerinden teknik olarak değerlendirilir; indeksi 0,3’ün altında kalan başvurular, uzman psikososyal komisyonlarına otomatik aktarılır. Böylece boşanma oranlarının artışına yol açan hukuki esneklikler, yeniden düzenlenmiş bir dönüşümle aile içi uzlaşmanın desteklenmesine hizmet eder. Bu düzenlemenin etkinliğini izlemek için yılda dört kez “aile stabilizasyon raporu” hazırlanmalı, dava kapanış oranı, yeniden evlilik oranı ve çocuk velayeti dağılımındaki dengesizlik ölçümleri izlenmelidir.
Neden olmasın?
Siyasal müdahaleler ise demokratik katılım araçlarının iyileştirilmesine odaklanmalıdır. Aile Politikaları İzleme Ağı gibi bağımsız bir gözetleme kurumu, merkezi ve yerel yönetimlerin aile destek bütçelerini, dağıtılan kaynak miktarı, erişim hızı ve faydalanıcı memnuniyeti gibi üç boyutlu bir denetim matrisine tabi tutar. Bu matris, 0–10 arası “hesap verebilirlik skoru” üretir; düşük kalan alanlarda acil bütçe revizyonu veya program değişikliği zorunluluğu doğar.
Neden olmasın?
Sivil toplum cephesinde ise, yerel düzeyde “aile dayanışma kooperatifleri” kurulmalıdır. Bu kooperatifler, geleneksel vakıf modellerine kıyasla demokratik karar alma süreçlerini hızlandıracak şekilde tasarlanır; her kooperatif üyesi, yıllık faaliyet raporlarında “sosyal sermaye endeksi”ni (1–5 puan arasında) ölçme hakkına sahip olur. Endeks, aile içi ortak etkinlik sayısı, dayanışma örnekleri ve kriz müdahale süresi gibi alt ölçütlerden türetilir. Üyeler arasındaki “ortak dayanışma seferberlik”leri, krize düşen ailelere anlık nakit destek, geçici barınma veya psikososyal danışmanlık formunda uygulanır. Saha deneyimi, sosyal sermaye endeksi 3 puanın altına düştüğünde müdahalenin acil hale geldiğini gösterebilir.
Neden olmasın?
Teknolojik araçlar da, dayanıklılık stratejilerinin sinerjisini artırmak için kritik rol oynar. Açık kaynak kodlu Aile Dayanışma ve Koruma Ağı (ADKA)adı verilen bir sistem geliştirilerek, her çekirdek aile için özel kişi verilerinden arındırılmış demografik, sosyal ve duygusal veri profili oluşturulur. Bu profil, örtük saldırı parametrelerini (örneğin mikro-hedefleme veri akışındaki anomali sayısı, aile içi etkileşim ortalaması) sürekli izler ve risk tespit edildiğinde aileye veya bağlı kooperatife otomatik uyarı gönderir. Uyarı sistemi, %95 doğruluk payıyla “sosyal erozyon eşiği”ne yaklaşan sinyalleri algılayacak şekilde yapılandırılmalıdır.
Neden olmasın?
Akademik düzeyde, bu süreçlerin etkililiğini (en basit şekilde) ölçmek üzere “Gayri Nizami Aile Savunma Endeksi” (GNASE) geliştirilmesini de önermekteyim. Endeks; en ama en basit haliyle aile içi normatif bütünlüğü (N), ekonomik dayanıklılığı (E), kültürel aktarım yoğunluğunu (K) ve hukuki koruma parametrelerini (H) bir arada değerlendirir. GNASE formülü,

şeklinde tanımlanır. Her bileşen 0–100 arasında puanlanır; 75’in altında kalan aile grupları, hedefli müdahale programlarına dâhil edilir. Bu endeksin yıllık yayımlanması hem saldırı aktörlerinin taktiklerini bozacak hem de savunma politikalarının dinamik olarak revize edilmesini sağlayacaktır.İstenirse bu fomül çok daha kapsamlı parçalar ile desteklenerek geliştirilebilir ki hali hazırda bunu da geliştirmiş durumdayım. Buna ek olarak herkesin anlaması için bu formül şu anda gayet yeterli.
Kısacası, gayri nizami harp parametrelerini bilen ve bunlara karşı keskin stratejiler geliştiren bir akademisyen bakış açısıyla; kültürel dayanıklılığın ölçülebilir hedeflerle yeniden inşası, hukuki zeminin güçlendirilmesi, demokratik katılımın derinleştirilmesi, sivil toplumun kooperatif temelli örgütlenmesi ve teknolojik erken uyarı sistemleri; Türk çekirdek ailesinin hem normatif hem yapısal savunmasını mümkün kılacak temel eksenlerdir. Bu çoklu platform koruma ağları, saldırı aktörlerinin ailenin zayıf bağlarına yönelik mikro-hedefleme araçlarını etkisizleştirirken, aynı zamanda gelecekteki demografik ve kültürel erozyon risklerini öngörmeye imkân verir.

Türk Ailesi ve Ötesi Üzerine Bir Sonuç
Aslında bu yazı, bugüne kadar içimi en çok acıtan ve bu yüzden kaleme almakta en çok zorlandığım metinlerden biri oldu. Ama ne olursa olsun, devam etmek zorundayız. Durup beklemek gibi bir lüksümüz yok.
Bu çetin kuşatma koşulları altında, Türk çekirdek ailesi yalnızca bir sosyo-demografik birim değil; koruyucu işleviyle bir kültür muhafızıdır ve gelecek kuşakların omuzlarındaki kolektif hafıza kasasıdır. Modern çağın sunduğu “hızlı dönüştürülebilir ruh” modeli, bireyi tüketim döngüsünün tek kullanımlık bir parçası haline getirirken, aile bireylerini sürekli yenilenip atılan nesnelere dönüştürme tehdidi taşır. Ebeveyn-çocuk bağlarının öznelliğini piyasasal mantıkla ölçen yaklaşım, sevgi ve sorumluluğu tüketime endeksleyerek aileyi parçalanmaya mahkûm eder.
Kendi halinde pragmatist bir Türk akademisyen olarak hayat bana şunu öğretti: Bu sistematik kuşatmanın karşısında savunma hattını örmek, sadece eskiyi geri getirmek değil; eğitim politikalarımızı, sosyal düzeneklerimizi ve bireysel dünyamızın kurgusunu yeniden inşa etmek demektir. Aile hayatı, ders kitaplarında yalnızca sosyolojik bir tanım olmaktan çıkarılmalı, kutsanmış bir değer-i sadra dönüştürülmelidir. Okul koridorlarından üniversite amfilerine kadar yer alan müfredat, ‘ait olma’ duygusunu yeniden kazandıran ritüelleri içermeli; aile büyüklerinin tecrübeleri, kuşaklar arası aktarım atölyelerinde somut hale gelmelidir.
Bu dönüşüm sürecinde modern çağın bariyerleriyle yüzleşmek zorunludur. Dijital medya, mikro hedefleme algoritmaları, hızlı tüketim ekonomisi – tüm bu çarklar aile odaklı yayın ve üretim modeliyle tersine çevrilmelidir. Her mahalleye yakın aile merkezleri, yalnızca danışma değil, kuşaktan kuşağa aktarılan yemek tarifinden halk oyunlarına kadar somut bir kültürel sermayeyi barındıran canlı müzeler gibi kurulmalı; siber platformlardaki atıl bir ruha dönüşüp kaybolan ilişkiler, buralarda yeniden filizlendirilmelidir.
Bunun içine mutlaka sıfırdan gelecek tasarımı da eklenmelidir. Gelecekte gelenekleşecek yapılara da ihtiyacımız var. Yani sadece dün demiyoruz, yarın ancak bugünden hazırlanırsak doğar diyoruz.
Devletin sorumluluğu, bu savunma hattını besleyecek hukuki ve mali mekanizmaları inşa etmekle kalmamalı; “aile kutsallığı” ilkesini anayasal değerlerimizin merkezine yerleştirmelidir. Boşanma ve yeniden evlenme süreçlerindeki parametreler, bir yıkım aracı olmaktan çıkarılıp, aileyi yeniden bütünleştirme pratiğine evrilene dek revize edilmelidir. Eğitim bütçelerinden ayrılan pay, yalnızca bireysel performans odaklı programları değil; aile dayanışmasını, kuşak dayanışmasını ve ortak tarih bilincini güçlendiren projelere yönlendirilmelidir.
Sivil toplumun görevi ise içerden satın alınmış hainlerin ve modern sermayenin atıl ruhlarının işbirlikçi hegemonyasına teslim olmamak için yerel düzeyden başlayarak kooperatif ağlarını büyütmektir. Kırsal kalkınmadan kentsel dayanışmaya, her adımda aile birliğinin stratejik bir savunma hattı olduğu bilinciyle hareket edilmeli; dayanışma kooperatiflerinde oluşturulacak “geleneksel el sanatları atölyeleri”, “hikâye anlatım günleri” ve “ortak tarım alanları” gibi somut pratikler, kuşak bağlarını test eden birer laboratuvar haline getirilmelidir.
Bu zorunlu yeniden inşa sürecinde en kritik araç, bilinçten eyleme uzanan bir stratejik sabırdır. Bu sabır, modern çağın geçici ruhlarına teslim olmadan, aile değerlerini kuşak ötesi bir miras olarak tanımlayan öğretmenlerin sınıflarını, sosyal hizmet uzmanlarının saha çalışmalarını ve yerel yöneticilerin kalkınma programlarını bütünlüklü bir eksende birleştirmeyi gerektirir. Her bir adımda, ailenin kolektif direncini ölçen erken uyarı sinyalleri toplandıkça savunma hattı güçlenecek; bu hat kırılmadıkça, içerden teslim alınmış unsurların sinsi saldırılarına karşı da setler kurmak mümkün olacaktır.
İçeriden işbirlikçi sayısız hain, modern çağın maskeli ruhlarıyla gelgitler yaratsa da, Türk çekirdek ailesinin özündeki birliği kutsayan bilinç, her hanenin en derin odağında meşale gibi yanmak zorundadır. Bu meşale, modern bariyerleri eritip kuşaklar arası köprüleri yeniden inşa ettikçe, sadece saldırıyı püskürtmekle kalmayacak; gelecek için taşıması gereken yükü ve umudu da kuşaklara devretmeyi başaracaktır.
Bu sefer savunma, kutsallık iddiasıyla birleşerek yeni bir diriliş formuna dönüşecektir.
Belki de “Bir Ölür Bin diriliriz” sözünü bir de bu açıdan düşünmenin vakti gelmiştir.
Hoşçakalın.