​Siyaset Bilimi Strateji & Yönetim
Photo of author

Teknolojik Materyalizm ve kuantum Yapay Zeka (1. Bölüm) (2025)

Teknolojik materyalizm gibi bir terim ürettikten sonra, bunu kuantum yapay zeka ile ilişkilendirmeniz, “Bazen bazı yazılar sadece kendiniz içindir” demek istediğiniz anlamına gelebilir. Bu yazı, bir yandan kendime notlar alırken, bir yandan da 2030 yılında tüm dünyayı kökten değiştirmiş olacak gelişmeleri öngörmek, kendi analiz becerilerimi test etmek ve bu yazıyı okumaya gayret gösterecek herkesle tartışmak amacıyla yazıldı. Umarım bazı tahminlerimde haksız çıkarım, çünkü bu öngörüler gerçekleşirse, yeni teknolojiler insanların hayatlarını bambaşka noktalara, onlara sormadan taşıyacak.

Hemen başlayalım.


Giriş: Marx, Engels ve Komünizmin Kaçınılmazlığı Üzerine

Karl Marx ve Friedrich Engels, 19. yüzyılın en etkili düşünürlerinden ikisi olarak modern sosyalist ve komünist teorinin kurucularıdır. Onların tarihsel materyalizm anlayışı, toplumların ekonomik temelleriyle şekillendiği ve değiştiği fikrine dayanır. Marx ve Engels’in teorileri, özellikle sınıf mücadelesi ve üretim ilişkileri bağlamında incelenmelidir. Marx’a göre, tarih boyunca insan toplumlarının temel belirleyicisi üretim araçları ve bu araçlara sahip olanlarla olmayanlar arasındaki mücadeledir.

Marx’ın komünizm teorisinin merkezinde tarihsel materyalizm yatar. Tarihsel materyalizm, insanlık tarihini üretim biçimleri ve bu üretim biçimlerinin belirlediği toplumsal ilişkiler üzerinden analiz eder. Marx, toplumu altyapı ve üstyapı olarak iki katmana ayırır. Altyapı, üretim araçları ve üretim ilişkilerinden oluşurken, üstyapı hukuki, siyasi ve kültürel kurumları içerir. Altyapının belirleyici olduğu bu anlayışta, üretim ilişkilerindeki köklü değişiklikler toplumsal dönüşümlerin temelini oluşturur.

Bu bağlamda Marx, tarih boyunca üretim araçlarının el değiştirerek toplumun evrildiğini belirtir. İlkel komünal toplumdan köleci topluma, oradan feodalizme ve sonrasında kapitalizme geçiş, üretim araçlarının mülkiyet yapısındaki dönüşümlerin sonucudur. Kapitalizm, üretim araçlarının burjuvazi sınıfının elinde toplandığı ve proletaryanın (işçi sınıfı) bu araçları işleten emek gücü olarak yer aldığı bir sistemdir. Marx, kapitalizmin içsel çelişkileri nedeniyle kaçınılmaz olarak sona ereceğini ve komünizme geçişin gerçekleşeceğini savunur.

Friedrich Engels, Marx’ın teorilerini geliştirmeye ve yaymaya önemli katkılar sunmuştur. İkilinin birlikte kaleme aldığı Komünist Manifesto (1848) bu fikirlerin en yoğun şekilde ifade edildiği metinlerden biridir. Bu manifestoda, kapitalizmin kendisini yok edecek içsel dinamiklere sahip olduğu, işçi sınıfının sonunda burjuvaziyi devireceği ve özel mülkiyetin ortadan kalkarak sınıfsız bir toplumun doğacağı savunulur.

Marx ve Engels’in komünizm teorisine göre, üretim araçlarının toplumsal mülkiyete geçirilmesi, sınıf mücadelesinin sona ermesini ve herkesin temel ihtiyaçlarının karşılandığı bir toplumun oluşmasını sağlayacaktır. Bu toplum, devletin gereksiz hale geldiği, üretim araçlarının kolektif kontrol altında olduğu bir düzen olacaktır. Kapitalizmin aksine, burada emek-değer ilişkisi değil, insanların ihtiyaçları esas alınacaktır.

Komünizmin kaçınılmazlığı düşüncesi, diyalektik materyalizmle de doğrudan bağlantılıdır. Diyalektik materyalizm, her toplumsal yapının kendi içinde çelişkiler barındırdığını ve bu çelişkilerin çözülmesiyle yeni bir toplumsal formun ortaya çıktığını savunur. Kapitalizmin temel çelişkisi, üretim araçlarına sahip olan burjuvazi ile emek gücünü satan proletarya arasındaki çıkar çatışmasıdır. Kapitalist sistemin kar odaklı yapısı, işçi sınıfını sömürürken, zamanla proletaryanın bu durumu kavrayarak devrimci bilinç kazanmasına neden olur. Marx, bu çelişkinin çözümünün kaçınılmaz olarak devrimle sonuçlanacağını öne sürer.

Ancak bu devrim fikri, yalnızca ekonomik koşullara dayalı değildir. Marx, aynı zamanda ideolojik dönüşümün de kaçınılmaz olduğunu belirtir. Kapitalist sistemde, ideoloji (örneğin bireysel başarı miti, özel mülkiyetin doğal olduğu inancı) egemen sınıf tarafından şekillendirilir. Ancak sınıf bilincinin yükselmesiyle bu ideolojik manipülasyonun da kırılacağına inanır.

Eleştirmenler, Marx ve Engels’in komünizmin kaçınılmazlığı fikrini fazla deterministik bulmuşlardır. Bazı düşünürler, tarihsel olayların ve toplumsal dönüşümlerin yalnızca ekonomik faktörlere dayalı olmadığını, kültürel ve politik faktörlerin de belirleyici olabileceğini savunur. Özellikle Max Weber, kapitalizmin yalnızca ekonomik değil, kültürel değerler ve ahlaki disiplinler tarafından da sürdürüldüğünü belirtmiştir. Bununla birlikte, Marx ve Engels’in teorileri, modern sosyal bilimlerde hala önemli bir referans noktasıdır.

Tarihsel Materyalizm ve Ekonomik Determinizm

Bu noktaları biraz daha açarak, karşılaştıralım.

Tarihsel materyalizm, Karl Marx tarafından geliştirilen ve toplumsal değişimlerin temelini üretim ilişkilerinin oluşturduğu teorik bir yaklaşımdır. Bu teori, tarihsel gelişimin ekonomik temellere dayandığını ve toplumsal yapının ekonomik üretim tarzına göre belirlendiğini savunur. Marx’a göre, tarihsel süreç, üretim araçlarının kontrolü ve üretim ilişkilerinin değişimiyle belirlenir. Üretim araçları, belirli bir toplumun maddi temelini oluştururken, bu araçlara kimlerin sahip olduğu ve kimin üretim süreçlerini kontrol ettiği, toplumsal sınıf yapısını ve politik güç dengelerini doğrudan şekillendirir.

Tarihsel materyalizmin merkezinde yer alan ekonomik determinizm, toplumsal değişimlerin ve devrimlerin kaçınılmaz olduğunu savunur. Ekonomik determinizm, toplumsal altyapının (ekonomik yapı) üstyapıyı (hukuk, siyaset, kültür) belirlediği fikrine dayanır. Marx’a göre, her üretim tarzı, kendine özgü üretim ilişkileri yaratır ve bu ilişkiler, zamanla değişim gösterir. Örneğin, feodal toplumda üretim araçları toprak sahiplerinin kontrolündeyken, kapitalizmde üretim araçları burjuvazinin elindedir. Bu durum, her tarihsel aşamada farklı sınıf çatışmalarını ortaya çıkarır.

Marx, tarihsel süreçte üretim biçimlerinin değişimiyle toplumsal yapının dönüşümünü açıklarken, bu değişimin kaçınılmaz olduğunu öne sürer. Ekonomik krizler ve üretim ilişkilerindeki çelişkiler, toplumsal devrimlere zemin hazırlar. Kapitalist toplumda bu çelişki, üretim araçlarının burjuvazinin elinde yoğunlaşması ve proletaryanın emek gücünün sömürülmesidir. Bu çelişkinin sonucunda, işçi sınıfının bilinçlenmesi ve devrimci bir mücadeleyle üretim araçlarının toplumsallaştırılması, komünizme geçişi zorunlu kılar.

Ekonomik determinizmin temel argümanlarından biri, üretim araçlarının kontrolünün, siyasal ve ideolojik yapıları doğrudan şekillendirdiğidir. Üretim araçlarına sahip olan sınıf, yalnızca ekonomik güce değil, aynı zamanda ideolojik ve politik güce de sahiptir. Örneğin, kapitalist toplumda burjuvazi, eğitim sistemini, medya kontrolünü ve hukuk düzenini kendi çıkarlarına uygun biçimde şekillendirir. Bu, Marx’ın “egemen ideoloji, egemen sınıfın ideolojisidir” savını destekler.

Ancak tarihsel materyalizm, determinist yorumları nedeniyle eleştirilmiştir. Eleştirmenler, ekonomik faktörlerin toplumsal dönüşümlerdeki rolünü abarttığını ve insan bilincinin, kültürel faktörlerin ve bireysel eylemlerin ihmal edildiğini savunurlar. Max Weber, kültürel faktörlerin ve dini inançların da toplumsal yapıyı şekillendirdiğini vurgulayarak, tarihsel materyalizme alternatif bir açıklama sunmuştur. Weber’e göre, Protestan ahlakı, kapitalizmin doğuşunda önemli bir etken olmuştur ve ekonomik determinizmin tek başına yeterli olmadığını göstermiştir.

Buna karşılık, Marx tarihsel materyalizmin mutlak bir ekonomik indirgemecilik olmadığını, üretim ilişkilerinin toplumsal yapının temelini oluşturduğunu, ancak kültürel ve ideolojik üstyapının da bu ekonomik temellerle ilişkilendiğini savunur. Üretim ilişkilerindeki köklü değişimlerin, toplumsal bilinci ve kültürel değerleri de dönüştürdüğünü ileri sürer. Örneğin, sanayi devrimi, yalnızca üretim biçimlerini değil, aynı zamanda toplumsal normları ve değerleri de değiştirmiştir.

Tarihsel materyalizmin günümüzdeki yansımaları, özellikle teknoloji ve yapay zeka gibi yeni üretim araçlarının ortaya çıkışıyla yeniden değerlendirilmelidir. Quantum yapay zeka ve otonom sistemlerin gelişimi, üretim araçlarının tamamen otomatikleşmesini ve insan emeğinin devre dışı kalmasını gündeme getirmektedir. Bu durumda, üretim araçlarının kontrolü ve bu araçların sahipliği kavramları yeniden şekillenmektedir. Eğer üretim araçları tamamen yapay zeka tarafından kontrol edilir hale gelirse, Marx’ın savunduğu sınıf mücadelesi teorisinin nasıl dönüşeceği önemli bir tartışma konusudur.

Quantum yapay zeka temelli sistemler, üretim süreçlerini merkeziyetsiz ve tamamen veri tabanlı hale getirebilir. Bu da, üretim araçlarının insan kontrolünden çıkmasını ve kendi kendine işleyen bir ekonomik düzenin ortaya çıkmasını sağlayabilir. Ancak bu süreç, ekonomik determinizmin öngördüğü gibi kaçınılmaz bir sınıf çatışması mı yaratacaktır, yoksa teknolojik determinizm ile yeni bir toplumsal düzen mi ortaya çıkacaktır? Bu soru, hem Marx’ın teorilerinin hem de tarihsel materyalizmin modern dünyada yeniden yorumlanmasını gerektirir.

Tarihsel materyalizmin ele aldığı bir diğer önemli nokta da, krizlerin sistemin kendisinden kaynaklandığıdır. Kapitalist sistem, doğası gereği genişlemek ve karı maksimize etmek üzerine kurulu olduğundan, ekonomik krizler kaçınılmazdır. Marx’a göre, bu krizler, üretim araçlarının giderek daha az kişinin elinde toplanmasına ve proletaryanın daha da yoksullaşmasına neden olur. Bu, sistemin kendi iç çelişkilerini derinleştirir ve devrimci dönüşümlere zemin hazırlar.

Marx ve Engels’in Komünizm Tanımı

Şimdi köklerle geleceği birleştirmek için, köklere tekrar bir bakalım. Bunu yaparken yazının başında sistemsel düzeyde bahsettiğim bilgi gruplarını da mezo gruplama içerisine sokalım.

Bana göre Karl Marx ve Friedrich Engels’in komünizm tanımı, modern toplumun temel çelişkilerine bir yanıt olarak ortaya çıkmıştır. Onlara göre komünizm, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda insani ihtiyaçların tam anlamıyla karşılandığı, sömürüden arınmış bir toplumsal düzenin adıdır. Komünizm fikri, üretim araçlarının özel mülkiyetten çıkarılması ve toplumun kolektif denetimine verilmesi temeline dayanır. Ancak bu teorik çerçeve, derinlemesine incelendiğinde çok daha radikal ve insan merkezli bir dönüşümü ima eder. Marx ve Engels için komünizm, yalnızca ekonomik eşitlik değil, bireyin kendini tam anlamıyla gerçekleştirebildiği, özgürleşmiş bir toplumdur.

Marx ve Engels, özellikle Komünist Manifesto eserlerinde, komünizmi insanın doğasındaki potansiyeli ortaya çıkaracak bir toplumsal düzen olarak tanımlarlar. Bu sistemde bireyler, üretim araçlarını kontrol eden elitlerin değil, tüm toplumun ortak iradesiyle hareket eder. Komünizm, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesi üzerine kuruludur. Bu ilke, bireylerin topluma sundukları katkının ve toplumdan aldıkları karşılığın bireysel ihtiyaçlara göre belirleneceği anlamına gelir. Temel ihtiyaçlar, bireyin emeğiyle değil, insan olmaktan kaynaklanan haklarla karşılanacaktır.

Ancak bu radikal eşitlik vizyonu, sadece kaynak dağıtımıyla sınırlı değildir. Marx ve Engels, insanın varoluşsal boyutunu da ele alır. Kapitalist sistemde birey, yaşamını sürdürebilmek için emek gücünü satmak zorundadır. Bir insanın temel yaşam gerekliliklerini karşılamak için çalışmak zorunda olması, Marx’a göre insanın doğasına aykırıdır. Emek, insanın yaratıcı ve üretken doğasının ifadesi olmalıdır; ancak kapitalizmde bu, metalaşmış ve yabancılaşmış bir faaliyete dönüşmüştür. Komünizm, bu yabancılaşmanın sona erdiği, insanın emeğinin kendisi için anlamlı ve özgürleştirici olduğu bir düzen vaat eder.

Marx ve Engels, kapitalizmin bireyin doğasıyla çeliştiğini savunur. Kapitalist üretim biçimi, bireyin yaratıcılığını baskılar ve onu, kendi emeğinin ürününden yabancılaştırır. Kapitalizmde işçiler, üretim sürecinde sadece birer araç haline gelirken, ürettikleri mallar, emeğin kendisinden bağımsız, metalaşmış nesneler haline gelir. Bu yabancılaşma, yalnızca ekonomik değil, psikolojik ve varoluşsal bir sorundur. Komünizm, bu yabancılaşmayı ortadan kaldırmayı ve insanın kendi üretim sürecinde anlam bulmasını amaçlar.

Bir diğer önemli boyut, mülkiyet meselesidir. Marx ve Engels için özel mülkiyet, eşitsizliğin ve sömürünün temel kaynağıdır. Kapitalist düzende üretim araçları, az sayıda bireyin kontrolündedir ve bu bireyler, kendi zenginliklerini korumak için emek gücünü satın alır. Bu durum, zenginliğin ve gücün belirli ellerde toplanmasına ve toplumsal sınıf ayrımlarının derinleşmesine neden olur. Komünizm, özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasını ve üretim araçlarının toplumsal mülkiyete geçmesini savunur. Buradaki temel amaç, üretim sürecinden elde edilen zenginliğin adil ve eşit bir biçimde dağıtılmasıdır.

Ancak Marx ve Engels’in komünizm tanımı, yalnızca maddi ihtiyaçların karşılanmasına indirgenemez. Onlar için komünizm, insanın potansiyelini tam anlamıyla gerçekleştirebileceği bir toplumsal özgürleşme projesidir. Eğitim, kültür, sanat ve bilim, kapitalizmin piyasa mantığından kurtularak toplumun tüm üyeleri için erişilebilir hale gelecektir. Bu bağlamda, komünizm, bireyin yalnızca hayatta kalmasını değil, tam anlamıyla gelişmesini hedefler.

Bu devrimci dönüşümün kaçınılmaz olduğu düşüncesi, Marx ve Engels’in tarih anlayışına dayanır. Onlara göre kapitalizm, kendi iç çelişkileri nedeniyle yıkılmaya mahkûmdur. Sermayenin giderek daha az elde yoğunlaşması ve işçi sınıfının giderek daha yoksullaşması, kaçınılmaz olarak toplumsal çöküşe ve devrime yol açacaktır. Ancak bu devrim, salt ekonomik bir olay değil, aynı zamanda bir bilinç dönüşümüdür. İşçi sınıfı, sömürüldüğünün farkına vardığında, toplumsal değişimi gerçekleştirecek potansiyele ulaşacaktır.

Komünizmin bu idealist vizyonu, insan doğasının ve toplumun geleceğine dair derin bir inanç barındırır. Marx ve Engels, insanın doğuştan eşit olduğu ve eşit koşullarda yaşaması gerektiği fikrini savunur. Onların komünizm tanımı, sadece yoksulluğun ve eşitsizliğin ortadan kalkmasını değil, insanların özgürleşmesini, kendi yaşamlarını ve üretim süreçlerini kolektif bir şekilde kontrol etmelerini amaçlar.

Ancak bu teorik çerçevenin uygulanabilirliği, tarih boyunca tartışmalı olmuştur. Kapitalizmin karmaşıklığı, küresel ekonomik sistemin dinamikleri ve insan doğasının çeşitliliği, Marx ve Engels’in önerdiği bu idealin ne kadar uygulanabilir olduğunu sorgulatmıştır. Fakat onların temel fikri, insanın doğasının özgürlük, dayanışma ve kolektif refah üzerine kurulu olduğudur. Zaten ben de onların fikirlerine temelde bu açıdan bakmayı tercih ediyorum.

Üretim Araçları, Sınıf Mücadelesi ve Kaçınılmaz Son

Marx ve Engels’in komünizm teorisinin temel taşlarından biri, üretim araçları ve bu araçların kimler tarafından kontrol edildiği üzerine inşa edilmiştir. Üretim araçları, toplumun maddi ihtiyaçlarını karşılamak için kullanılan kaynaklar, makineler, fabrikalar ve toprak gibi unsurları ifade eder. Bu araçlar, insan topluluklarının nasıl örgütlendiğini ve kimlerin zenginlik ve güç üzerinde söz sahibi olduğunu belirleyen kritik unsurlardır. Marx’a göre, tarih boyunca toplumsal yapıları belirleyen temel etken, bu araçların kimin elinde olduğu ve bu mülkiyetin toplumsal ilişkilerde nasıl yansıtıldığı olmuştur.

Kapitalizmde üretim araçları özel mülkiyetin kontrolündedir. Bir avuç sermaye sahibi, fabrikaları, toprakları ve makineleri ellerinde tutarken, geniş işçi sınıfı, hayatta kalmak için emek gücünü satmak zorundadır. İşte bu yapısal durum, Marx’ın sınıf mücadelesi teorisinin merkezini oluşturur. Üretim araçlarını elinde bulunduran burjuvazi, bu araçların kullanımından doğan tüm artı değere sahip olurken, proletarya emeği karşılığında sadece temel yaşam ihtiyaçlarını karşılayacak kadar ücret alır. Bu sömürü düzeni, Marx’a göre toplumsal adaletsizliklerin kökenidir.

Sınıf mücadelesi, bu yapısal eşitsizliklerin yarattığı gerilimden doğar. Proletarya, emeğinin karşılığını tam anlamıyla almadığını ve üretim sürecinde yabancılaştığını fark ettiğinde, sınıf bilinci gelişir. Bu farkındalık, işçi sınıfını kapitalist düzeni sorgulamaya ve sonunda bu düzeni yıkmaya teşvik eder. Marx’a göre, bu süreç kaçınılmazdır. Kapitalizmin içsel çelişkileri, sınıfsal çatışmaların yoğunlaşmasını ve nihayetinde devrimci bir dönüşümü zorunlu kılmaktadır.

Ancak Marx’ın bu teorisi, sadece ekonomik eşitsizliklere değil, insan doğasına ve tarihsel gelişim yasalarına da dayanır. İnsanlar, tarih boyunca hayatta kalmak ve daha iyi yaşam koşulları sağlamak için kolektif olarak üretmişlerdir. Ancak üretim araçlarının özel mülkiyeti, bu doğal işbirliğini bozmuş ve insanın doğasıyla çelişen bir toplumsal yapı yaratmıştır. Kapitalizm, insanı bireysel çıkarlar peşinde koşmaya zorlar ve bu, bireyin doğal dayanışma kapasitesini zayıflatır.

Marx, kapitalizmin kendi içinde çözülemeyen çelişkiler barındırdığını savunur. Bir yandan üretim araçlarının gelişmesiyle toplumsal zenginlik artarken, diğer yandan bu zenginlik birkaç kişinin elinde yoğunlaşır. Teknolojik ilerlemeler üretkenliği artırsa da, bu artış işçi sınıfının durumunu iyileştirmek yerine, işsizliği ve gelir eşitsizliğini daha da derinleştirir. Kapitalizmin kriz dönemlerinde, sermaye sahipleri daha fazla kâr sağlamak için işçileri işten çıkarır, ücretleri düşürür ve kaynakları daha da yoğunlaştırır. Bu döngü, Marx’a göre kapitalizmin kendi sonunu hazırlayan bir dinamiğin parçasıdır.

Üretim araçlarının kontrolü, yalnızca ekonomik sonuçlar doğurmaz; aynı zamanda toplumsal bilinç ve kültürel yapıları da şekillendirir. Burjuvazi, yalnızca ekonomik gücü değil, aynı zamanda ideolojik gücü de elinde tutar. Medya, eğitim ve hukuk sistemleri gibi üstyapı kurumları, mevcut üretim ilişkilerini meşrulaştırmak ve sürdürmek için kullanılır. Marx, bu durumu “egemen sınıfın ideolojisi, egemen sınıfın çıkarlarına hizmet eder” diyerek açıklar. İşçi sınıfının kendi çıkarlarının farkına varması ve bu ideolojik manipülasyonu kırması için devrimci bilinç gereklidir.

Peki, sınıf mücadelesinin kaçınılmaz sonu nedir? Marx’a göre, kapitalizmin derinleşen çelişkileri, proletaryanın birleşmesiyle devrimci bir patlamaya yol açacaktır. Bu devrim, üretim araçlarının özel mülkiyetine son vererek, toplumsal mülkiyet ve kolektif üretimi tesis edecektir. Ancak bu devrim sadece ekonomik ilişkilerde değil, aynı zamanda toplumsal bilincin dönüşümünde de köklü değişiklikler yaratacaktır. Bireyler artık sadece kendi çıkarlarını değil, kolektif refahı önceliklendireceklerdir.

Marx ve Engels, bu devrimi salt ekonomik bir zorunluluk olarak değil, insan doğasının özgürleşme süreci olarak görür. Komünist toplumda birey, artık kendi emeğinin ürünü üzerinde tam kontrole sahip olacak, yabancılaşma sona erecek ve bireyler toplumsal üretimin hem yaratıcısı hem de kolektif faydalanıcısı haline gelecektir. Bu vizyonda üretim, artık kar için değil, ihtiyaçların karşılanması için yapılacaktır.

Ancak bu vizyon, yalnızca teorik değil, aynı zamanda pratik bir dönüşümü de gerektirir. Kapitalizmin karmaşık yapısı ve derin kökleri, bu devrimin kolay olmayacağını göstermektedir. Marx, bu devrimin kaçınılmaz olduğunu savunmakla birlikte, işçi sınıfının örgütlenmesinin ve devrimci bilinç kazanmasının zaman alacağını kabul eder. İşçi sınıfının özgürleşmesi, hem ekonomik hem de kültürel bir dönüşümü zorunlu kılar.

Modern bağlamda bu teori, yapay zeka ve otonom sistemlerin yükselişiyle yeniden değerlendirilmektedir. Quantum yapay zeka gibi teknolojiler, üretim araçlarının tam otomasyonunu mümkün kılmakta ve insan emeğini devre dışı bırakmaktadır. Bu durumda, üretim araçlarının mülkiyeti ve kontrolü nasıl şekillenecektir? Yapay zeka destekli üretim sistemleri, proletaryanın rolünü nasıl değiştirecek?

Marx’ın öngördüğü devrim, belki de insan emeğinin tamamen gereksiz hale gelmesiyle farklı bir biçimde ortaya çıkacaktır. Bu noktayı yazının ikinci bölümünde çok daha detaylı ele almayı planlıyorum.

Teknolojik Materyalizm Vs. Quantum Yapay Zeka (1. Bölüm) (2025)
Teknolojik Materyalizm Vs. Quantum Yapay Zeka (1. Bölüm) (2025)

Karşıt Görüşler ve Eleştiriler: Komünizmin Kaçınılmazlığına Şüpheyle Bakanlar

Eleştirmeden olmaz.

Marx ve Engels’in komünizmin tarihsel bir zorunluluk olduğu iddiası, hem kendi dönemlerinde hem de sonraki yüzyıllarda önemli tartışmalara konu olmuştur. Marx, kapitalizmin içsel çelişkilerinin kendi kendini yok edeceğini ve bunun sonucunda üretim araçlarının toplumsallaşacağı bir komünist düzenin ortaya çıkacağını savunuyordu. Ancak bu determinist yaklaşım, birçok düşünür tarafından eleştirilmiş ve insan toplumlarının çok daha karmaşık dinamiklere sahip olduğu vurgulanmıştır.

Öncelikle, kapitalizmin uyarlanabilirliği üzerine yapılan eleştiriler, Marx’ın kaçınılmaz devrim anlayışına karşı önemli bir argüman sunar. Max Weber, kapitalizmin yalnızca ekonomik ilişkilerle değil, aynı zamanda kültürel değerlerle de şekillendiğini ileri sürer. Ona göre, Protestan ahlakı ve bireysel çalışma etiği gibi kültürel faktörler, kapitalizmin sürdürülebilirliğini sağlamıştır. Joseph Schumpeter ise kapitalizmin yaratıcı yıkım ilkesine vurgu yaparak, ekonomik krizlerin bile sistemin kendini yenileme kapasitesini gösterdiğini savunur. Bu bağlamda, kapitalizm, Marx’ın iddia ettiği gibi kaçınılmaz bir sona doğru gitmek yerine, krizlerle evrilebilen ve adapte olabilen bir sistem olarak yorumlanır.

Ancak, burada önemli bir soru ortaya çıkar: Kapitalizmin kendini yenileme kapasitesi sınırsız mıdır? Yoksa bu yenilenme, sadece baskıyı ve sömürüyü daha sofistike hale mi getirmektedir? Kapitalizmin modern biçimleri, veri sömürüsü, dijital işçilik ve yapay zeka destekli iş modelleriyle eski sömürü biçimlerini daha görünmez kılarken, eşitsizlikleri derinleştiriyor olabilir mi?

Eleştirmenlerin önemli bir kısmı, Marx’ın teorisinin tarihsel materyalizme aşırı bağlı olduğunu ve toplumsal değişimlerin sadece ekonomik temellere dayanmadığını savunur. Michel Foucault, iktidarın yalnızca ekonomik faktörlerle değil, bilgi, söylem ve kültürel pratiklerle de şekillendiğini belirtir. Ona göre, iktidar mikro düzeyde işler ve bireyin bilinçaltına kadar nüfuz eder. Bu açıdan bakıldığında, sadece ekonomik mülkiyetin devriyle sınıfsız bir toplum yaratmak mümkün olmayabilir; çünkü iktidar ilişkileri, dil ve söylem yoluyla toplumsal hiyerarşileri yeniden üretebilir.

Jean-François Lyotard ise büyük anlatıların sonunu ilan ederken, Marx’ın komünizmin tarihsel kaçınılmazlığı fikrini de eleştirir. Ona göre modern toplum, çok katmanlı ve parçalıdır; bu nedenle tek bir tarihsel zorunluluk üzerinden ilerlemez. Lyotard, toplumsal değişimlerin, yerel direnişler ve mikro mücadeleler yoluyla gerçekleşebileceğini savunur.

Bu eleştirilerin ışığında, Marx’ın determinist yaklaşımını sorgulamak kaçınılmaz hale gelir. Fakat burada önemli bir nokta, teknolojik gelişmelerin ve yapay zeka gibi yeni üretim araçlarının tarihsel materyalizmi yeniden yorumlamayı gerektirip gerektirmediğidir. Örneğin, quantum yapay zeka destekli üretim araçlarının tamamen otonom bir üretim düzeni kurması durumunda, emek gücünün rolü nasıl tanımlanacaktır? Bu tür bir otomasyonun, Marx’ın öngördüğü sömürü düzenini sona erdirmesi mümkün müdür, yoksa yeni bir dijital proletarya mı ortaya çıkacaktır?

Bu eleştiriler aynı zamanda komünizmin kaçınılmazlığı fikrinin günümüz koşullarında yeniden gözden geçirilmesini zorunlu kılmaktadır. Marx’ın teorisi, sanayi kapitalizminin ve geleneksel emek sömürüsünün damgasını vurduğu bir dönemde geliştirilmiştir. Ancak günümüzde, dijital ekonomi ve veri kapitalizmi gibi yeni sömürü biçimleri ortaya çıkmıştır. Google, Amazon ve Meta gibi teknoloji devleri, veriyi yeni bir üretim aracı olarak konumlandırırken, emek gücünün daha soyut ve gözetim temelli bir forma büründüğünü görmekteyiz. Bu bağlamda, Marx’ın kavramsal çerçevesini yeniden yorumlamak gereklidir.

Bu eleştirilerin ışığında Marx’ın teorisinin hala geçerliliğini koruyup korumadığını anlamak için şu sorular kritik hale gelir:

  • Kapitalizmin krizleri gerçekten devrimci bir dönüşümle mi sonuçlanıyor, yoksa sistem daha karmaşık ve sofistike biçimlerde mi kendini yeniliyor?
  • Üretim araçlarının tamamen otonom hale gelmesi, sınıf mücadelesini sona erdirir mi, yoksa yeni sömürü biçimleri mi yaratır?
  • Ekonomik altyapı, gerçekten de toplumsal bilinç ve ideolojiyi belirlemede mutlak belirleyici midir?

“Bence” Marx’ın tarihsel materyalizmi ve sınıf mücadelesi teorisi, günümüz koşullarında hala güçlü bir analiz aracı sunmaktadır. Ancak, bu teorinin güncel teknolojik ve kültürel dönüşümlerle birlikte yeniden ele alınması gereklidir. Belki de quantum yapay zeka ve veri temelli üretim biçimleri, Marx’ın komünizmin kaçınılmazlığı iddiasını daha da geçerli kılacak, belki de yeni ve daha sofistike eşitsizliklerin doğmasına yol açacaktır.

Teknolojik Materyalizm Vs. Quantum Yapay Zeka (1. Bölüm) (2025)
Teknolojik Materyalizm Vs. Quantum Yapay Zeka (1. Bölüm) (2025)

Teknolojik Dönüşüm ve Quantum Yapay Zeka: Yeni Bir Üretim Aracı Olarak Otonom Sistemler

Bu makale hep böyle tarihsel anlatımlar ve analizlerle geçmeyecek. Yazının ikinci bölümünde daha detaylı ele alacağımız başlıklar var fakat biz gene de iki yazı grubunu şimdiden ilişkilendirelim.

Sanayi devriminden bu yana, üretim araçlarının dönüşümü toplumsal yapıları kökten değiştirmiştir. Buhar makineleri, fabrikalar ve seri üretim, feodal toplumdan kapitalist toplumlara geçişin anahtar unsurları oldu. Ancak günümüzde, yapay zeka ve özellikle quantum yapay zeka teknolojileri, üretim araçlarında devrim niteliğinde bir değişim vaat ediyor. Marx’ın teorisindeki üretim araçlarının kontrolü ve sahipliği kavramı, bu radikal dönüşümle birlikte yeniden yorumlanmaya ihtiyaç duyuyor. Quantum yapay zeka, yalnızca veri işlemeyi değil, aynı zamanda üretim süreçlerini, karar alma mekanizmalarını ve hatta ekonomik planlamayı tamamen otonom hale getirme potansiyeline sahiptir.

Quantum yapay zeka, klasik yapay zekadan farklı olarak, çok boyutlu veri işleme kapasitesine sahiptir. Bu sistemler, aynı anda birçok olasılığı değerlendirebilir ve büyük ölçekli ekonomik planlamalarda kullanılabilir. Geleneksel kapitalist sistemde üretim kararları, kâr maksimizasyonu üzerinden şekillenirken, quantum yapay zeka destekli bir üretim yapısında kaynak dağıtımı, ihtiyaç temelli ve optimizasyon odaklı gerçekleşebilir. Bu durum, Marx’ın “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesine teknik bir olanak sağlayabilir.

Ancak burada kritik bir soru ortaya çıkmaktadır: Quantum yapay zeka ile üretim araçlarının kontrolü kimin elinde olacaktır? Bu sistemler, toplumsal mülkiyet temelinde mi çalışacaktır, yoksa yeni bir teknoloji elitinin kontrolünde mi kalacaktır? Marx’ın komünizm teorisinin temeli, üretim araçlarının kolektif kontrolüydü. Eğer quantum yapay zeka sistemleri, az sayıda teknoloji devinin elinde kalırsa, bu sadece eski sömürü biçimlerinin daha karmaşık ve derinleşmiş bir versiyonunu mu doğurur?

Üretim Araçlarının Tam Otomasyonu: Emek-Değer Teorisinin Aşılması

Marx’ın emek-değer teorisine göre, bir ürünün değeri, üretimi için harcanan emek miktarıyla belirlenir. Kapitalist sistemde artı değer, işçilerin emeğinden elde edilir ve bu, burjuvazinin zenginleşmesinin temel kaynağıdır. Ancak quantum yapay zeka destekli tam otomatik üretim sistemleri, insan emeğini tamamen devre dışı bırakma potansiyeline sahiptir. Eğer üretim süreçleri tamamen otonom sistemler tarafından yönetilirse, değer nasıl belirlenecektir?

Bu noktada, Marx’ın emek-değer teorisinin yerini veri-değer teorisinin alabileceği öne sürüyorum. Quantum yapay zeka sistemleri, veri ve bilgi işleme kapasitesine dayalı olarak üretimi optimize edecektir. Peki, bu durumda artı değer nereden üretilecektir? Kapitalizmin temelinde yatan emek sömürüsü, veri sömürüsüne mi evrilecektir?

Bu dönüşüm, aynı zamanda bireyin üretim sürecindeki yerini de sorgulamayı gerektirir. Marx’a göre, üretim sürecinde insan emeği yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda ontolojik bir öneme sahiptir. İnsan, üretim yoluyla kendini gerçekleştirir ve doğayla ilişki kurar. Ancak quantum yapay zeka destekli üretimde, bu yaratıcı ilişki kopacaktır. Bu noktada, bireyin üretimle bağının nasıl yeniden kurulacağı felsefi bir problem olarak ortaya çıkmaktadır.

Kaynak Dağıtımında Otonomiyet ve Etik Sorunlar

Quantum yapay zeka destekli sistemler, kaynakların dağıtımını da radikal biçimde dönüştürebilir. Veri odaklı karar alma süreçleri, kaynakların en verimli şekilde dağıtılmasını teknik olarak mümkün kılabilir. Ancak bu süreçler kim tarafından programlanacak ve kontrol edilecektir? Bir yapay zeka sistemi, hangi toplumsal önceliklere göre çalışacaktır? Örneğin, hangi bölgelerde daha fazla kaynak ayrılacağı veya hangi endüstrilerin öncelikli olacağı, hangi veri setlerine dayanarak belirlenecektir?

Etik sorunların başında, yapay zekanın karar alma süreçlerindeki şeffaflık ve tarafsızlık gelir. Eğer bu sistemler, belirli veri setlerine dayalı olarak eğitilir ve bu veri setleri mevcut toplumsal eşitsizlikleri yansıtıyorsa, otonom kaynak dağılımı dahi ayrımcılıkla sonuçlanabilir. Marx’ın toplumsal eşitlik ideali, ancak bu tür sistemlerin kolektif mülkiyet altında demokratik bir denetim mekanizmasıyla yönetilmesiyle sağlanabilir.

Quantum yapay zeka destekli tam otomatik üretim sistemleri, teorik olarak kaynakların ihtiyaç temelli ve verimli bir şekilde dağıtılmasını mümkün kılabilir. Ancak bu teknoloji gerçekten toplumsal eşitliği sağlayabilecek mi? Bir sistemin teknik olarak verimli olması, mutlaka adil olduğu anlamına gelir mi? Veri tabanlı üretim araçlarının denetimsiz kalması durumunda, veri mülkiyetinin kontrolü yeni bir sınıf çatışmasının kaynağı olabilir mi? Bu tür bir yapıda, veriyi kimlerin topladığı, hangi grupların erişim hakkına sahip olduğu ve hangi algoritmaların bu süreçleri yönettiği belirleyici olacaktır.

Ayrıca, otonom sistemlerin tamamen insan müdahalesinden bağımsız olarak karar alma süreçlerini yönetmesi, önemli etik sorunları beraberinde getirebilir. Eğer insan faktörü karar alma mekanizmalarının dışında bırakılırsa, sistemin tarafsızlığı ve adil kaynak dağıtımı nasıl güvence altına alınacaktır? Bir yapay zekanın kullandığı veri setleri, taraflı veya eksik olduğunda, toplumsal eşitsizlikler daha da derinleşebilir mi? Quantum yapay zeka gibi devrim niteliğinde bir teknoloji, yalnızca teknik kontrol mekanizmalarıyla mı yönetilmeli, yoksa toplumsal katılım ve demokratik denetim de bu sürecin ayrılmaz bir parçası olmalı mı?

Kafamdaki tüm bu sorular, Marx’ın komünizm teorisinin modern dünyadaki teknolojik dönüşümle nasıl yeniden yorumlanması gerektiğine dair derin tartışmaları zorunlu kılmaktadır. Teknolojik ilerlemenin, gerçekten insan emeğinin sömürüsünü sona erdiren ve sınıfsız bir toplumu mümkün kılan bir dönüşüm mü olduğu, yoksa yalnızca veri elitlerinin kontrolünde daha karmaşık bir sömürü mekanizmasına mı evrildiği, dikkatle ele alınması gereken bir meseledir.

Bu noktada kendi fikirlerimi ve tüm Türk toplumunu uyarıyorum. Quantum yapay zeka destekli üretim araçları, Marx’ın teorilerinin modern dünyadaki geçerliliğini hem doğrulamakta hem de radikal biçimde yeniden düşünülmesini gerektirmektedir. Eğer bu sistemler, kolektif mülkiyet temelinde geliştirilmez ve meritokratik denetime tabi tutulmazsa, kapitalizmin daha karmaşık ve görünmez bir versiyonu ortaya çıkabilir.


Sonuç Yerine

Tartışmanın ikinci kısmını bu hafta içerisinde yayınlamayı planlıyorum.

Görüşmek üzere, hoşçakalın.

Yorum yapın

Emeğe Saygı :)