Giriş
Plütokrasi ve Meritokrasi ilişkisini en temel haliyle kimseyi sıkmadan anlatmaya çalışacağım. Plütokrasi kavramının ne olduğunun bilinmediğini görüyorum ve bu beni çok üzüyor. Kitabını imzalayan üst düzey siyasetçilerin bu terimi ilk kez benden duyuyor olması ise inanılır gibi değil. Siyasete giriş bareminin olmadığı bir ülkede doğal olarak böyle durumlarla karşılaşılabiliyor.
Öte yandan meritokrasi bir yönetim biçimi olarak başarılırsa nasıl işler konusu bu yazı içerisinde detaylı şekilde ele alınmayacaktır. O kısım öncelikle yüksek strateji, ardından yüksek bir adanma bilinci ve en sonunda da yüksek siyaset üretebilme ve de uygulayabilme kapasitesi gerektirir. “Uzmanlar” bu üç bloklu yapıyı tek yapı olarak görür ama her parça farklı uzmanlık temeli gerektirir ve bir arada bulunmayabilir. Ancak ülkemizde bu üç yapının genellikle tek insanda/liderde/teknokratta bulunabileceği varsayılıyor. Siz gene hobi olarak bunu sanabilirsiniz, evet, ama milyonda bir ya da iki kişi bulabilirsiniz ki onlar da bu yeteneklerini başka sektörlerde kullanıyor olabilir. Yani düşünülenden daha az şansımız var; kim için? Türkiye için…
Öncelikle Plütokrasinin ayaklarını tanımlayarak başlayalım.
Plütokrasinin Ayakları
Liyakat-sizlik
Temel Tanım
Liyakat, Latince “meritum” (hak etmek) kelimesinden türeyen ve bireylerin bilgi, yetenek ve başarılarına dayalı olarak pozisyonlara getirildiği bir yönetim sistemini ifade eder. Meritokrasi, modern toplumların temel değerlerinden biri olarak kabul edilir ve hem bireysel hakları hem de toplumsal refahı sağlamayı hedefler. Liyakat sistemi, yalnızca bireylerin hak ettikleri yerlere ulaşmasını değil, aynı zamanda kurumların etkinliğini artırmayı da amaçlar.
Antik çağlarda Platon, “Devlet” adlı eserinde ideal toplumun filozoflar tarafından yönetilmesi gerektiğini savunmuştu. Ona göre, erdemli ve bilge olanlar toplumu daha iyi bir geleceğe taşıyabilir. Bu bakış açısı, liyakat kavramının ilk felsefi temellerinden biri olarak görülebilir. Modern anlamda ise Max Weber, liyakate dayalı bürokrasiyi modern devletlerin temel taşı olarak tanımlar. Weber’e göre, liyakat esaslı bir yönetim, devletin etkinliğini artırır ve keyfi kararları önler.
Liyakat sisteminin uygulanabilmesi, belirli temel unsurların eksiksiz şekilde hayata geçirilmesini gerektirir. Bu unsurlar, yalnızca bireylerin kendi kariyerlerinde hak ettikleri pozisyonlara ulaşmasını sağlamakla kalmaz, aynı zamanda toplumun genel refahını artırarak kurumsal mekanizmaların etkinliğini de garanti eder. Ancak liyakat ilkesinin etkili bir şekilde uygulanabilmesi, belirli koşulların yerine getirilmesine bağlıdır.
Özel Koşullar
Birinci koşul, şeffaflıktır. Şeffaflık, görev ve yetki dağılımının adil ve nesnel kriterlere göre yapılmasını ifade eder. Görev dağılımında kişisel ilişkiler, siyasi bağlantılar veya akrabalık gibi öznellik içeren faktörlerin yerini nesnel değerlendirme ölçütleri almalıdır. Şeffaflık, yalnızca pozisyonların dağılımında değil, aynı zamanda kurumların işleyişinde ve karar alma süreçlerinde de kritik bir rol oynar. İnsanlar, süreçlerin adil ve açık bir şekilde yürütüldüğüne dair güven duyduklarında, kurumsal yapılar daha sağlam temellere oturur. Türkiye gibi ülkelerde, görev dağılımında şeffaflık eksikliği, kamu kurumlarına olan güveni ciddi şekilde zayıflatmıştır. Bu bağlamda şeffaflık, liyakat ilkesinin işlerliğini sağlamak ve partizanlık ile nepotizmin önüne geçmek için bir zorunluluktur.
İkinci koşul, eğitim ve uzmanlık gerekliliğidir. Liyakat sistemi, bireylerin bilgi, deneyim ve becerilerine göre değerlendirildiği bir yapı üzerine inşa edilir. Bu bağlamda, karar alma mekanizmalarında yer alan bireylerin, sorumlu oldukları alanlarda derin bir bilgi birikimine ve uygulama deneyimine sahip olmaları şarttır. Eğitim, bireylerin yalnızca mesleki yetkinliklerini değil, aynı zamanda etik ve ahlaki sorumluluklarını da geliştirir. Örneğin, ekonomik kararlar alacak bir siyasetçinin ekonomi eğitimi almış olması veya bir sağlık politikasını yönetecek bir liderin tıbbi bilgiye sahip olması beklenir.
Uzmanlık eksikliği, yalnızca bireylerin başarısızlığına değil, aynı zamanda toplumun geneline yayılan olumsuz sonuçlara yol açabilir. Türkiye’de eğitim ve uzmanlık kriterlerinin göz ardı edilmesi, kamu yönetiminde ciddi problemlere neden olmuştur. Bu durum, özellikle sağlık, eğitim ve ekonomi politikalarının yürütülmesinde kendini göstermiştir. Eğitim ve uzmanlık, liyakat sisteminin temel taşlarından biri olarak işlev görmeli ve bireylerin yalnızca pozisyonları hak etmesini değil, aynı zamanda bu pozisyonlarda etkin ve adil bir şekilde hizmet vermelerini sağlamalıdır.
Üçüncü koşul, bağımsızlık ilkesidir. Liyakat sistemi, siyasi ve ekonomik baskılardan bağımsız bir yapıya sahip olmalıdır. Siyasi müdahaleler veya ekonomik çıkar gruplarının baskıları, liyakat temelli bir sistemin işleyişini zayıflatır ve hatta tamamen ortadan kaldırabilir. Bağımsızlık, hem bireylerin hem de kurumların özgürce ve objektif bir şekilde hareket edebilmesini sağlar. Örneğin, bir kamu görevlisinin veya siyasetçinin aldığı kararların, herhangi bir siyasi veya ekonomik gücün etkisinde olmaksızın, toplumun genel faydasına göre şekillenmesi gerekir. Türkiye’de siyasi ve ekonomik baskılar, liyakat sistemini büyük ölçüde aşındırmış ve karar alma süreçlerini manipülasyona açık hale getirmiştir. Bu nedenle, bağımsızlık ilkesi, liyakat sisteminin olmazsa olmaz bir unsuru olarak karşımıza çıkar.
Bu üç temel unsur, liyakat sisteminin işleyişi için bir çerçeve sunar. Ancak bu unsurların hayata geçirilmemesi, liyakat ilkesinin işleyişini tehdit eden sorunlara yol açar. Liyakatsizlik, uzmanlığı olmayan bireylerin karar alma süreçlerinde yer almasıyla, yalnızca bireysel başarısızlıklar değil, aynı zamanda kurumsal verimsizlikler yaratır. Partizanlık, bireylerin siyasi sadakat üzerinden değerlendirildiği bir sistem kurarak liyakat ilkesini zayıflatır. Nepotizm ise akrabalık veya yakın ilişkiler temelinde pozisyonların doldurulmasına yol açarak, liyakat sistemini neredeyse tamamen işlevsiz hale getirir.Bu noktaları birazdan detaylı olarak ele alacağım.
İsterseniz hemen Partizanlık ile devam edelim.
Partizanlık
Partizanlık, bir siyasi ideoloji, parti ya da liderin çıkarlarını önceliklendirme ve buna göre karar alma sürecini ifade eder. Partizanlık, özellikle demokrasilerde sıkça görülen bir olgudur ve siyasi tarafların kendi tabanlarını mobilize etme ihtiyacından doğar. Ancak aşırı partizanlık, demokrasinin temel ilkelerine zarar verir.
John Stuart Mill, partizanlığın siyasal sistemlerdeki tehlikelerine dikkat çekmiştir. Mill’e göre, bireylerin belirli bir siyasi çıkarın ötesine geçerek toplumun genel faydasını gözetmeleri gereklidir. Ancak partizanlık, bu idealin tam tersine bir etki yaratır; kamu politikaları, toplumun değil, belirli bir kesimin çıkarlarını yansıtır.
Aşırı partizanlık, şu olumsuz sonuçlara yol açar:
1. Toplumsal Kutuplaşma
Partizanlık, bireylerin bir siyasi ideolojiye, partiye veya liderliğe sıkı sıkıya bağlanarak diğer görüşleri tamamen dışlamalarına neden olur. Bu durum, toplumda farklı kesimler arasında derin ayrışmalara ve kutuplaşmaya yol açar. Aşırı partizanlık, bireylerin kendi siyasi görüşlerini mutlak doğru kabul etmelerine ve diğer görüşleri tehdit olarak algılamalarına neden olur. Bu algı, toplumsal barış için büyük bir tehlike oluşturur.
Kognitif çelişki (cognitive dissonance) bu noktada devreye girer. İnsanlar, kendi siyasi görüşlerini destekleyen bilgileri kolayca kabul ederken, bu görüşlerle çelişen bilgileri reddetme eğilimindedir. Örneğin, bir partizan, desteklediği liderin yolsuzluğa karıştığına dair somut kanıtlar sunulduğunda, bunu reddederek bu bilgiyi itibarsızlaştırabilir. Bu, bireyin kendi inanç sistemini koruma isteğinden kaynaklanan bir çelişkidir. Bu tür bir davranış, toplumdaki diğer bireylerin veya grupların adalet ve dürüstlük taleplerini görmezden gelmesine yol açar ve kutuplaşmayı derinleştirir.
Toplumsal kutuplaşmanın bir diğer etkisi, bireylerin siyasi kimliklerini kişisel kimliklerinin önüne koymasıdır. Bu durumda, bir birey kendi ailesi veya arkadaş çevresinden farklı bir siyasi görüşe sahipse, bu durum kişisel ilişkilerde çatışmaya neden olabilir. Bu tür durumlar, toplumdaki sosyal bağları zayıflatarak bireyler arasında empati kurmayı zorlaştırır ve uzun vadede toplumsal dayanışmayı aşındırır.
2. Liyakat Ekseninden Sapma
Aşırı partizanlık, yetkin bireyler yerine sadakat gösteren kişilerin ödüllendirilmesine neden olur. Partizan sistemlerde, siyasi liderler veya kurumlar, kendilerine bağlı olan bireyleri tercih ederek liyakat ilkelerinden uzaklaşır. Bu durum, karar alma mekanizmalarının etkinliğini zayıflatır ve toplumsal ihtiyaçları karşılamak yerine siyasi çıkarların öncelik kazanmasına yol açar.
Bu süreçte, insanlar kendi sadakatleriyle ödüllendirildiklerinde, beceri ve uzmanlık eksikliklerini sorgulamayı bırakır. Örneğin, bir partinin sadık bir üyesi, ekonomik bir göreve atanabilir ancak ekonomi alanında yeterli bilgiye sahip olmayabilir. Bu durumda, bireyin bu pozisyona gelmesi, yalnızca partizan bağlarına dayanır. Sonuç olarak, alınan kararlar yanlış ekonomik politikalarla sonuçlanabilir. Bu noktada bir mantık hatası (logical fallacy) ortaya çıkar: “Bu kişi bizim partimizden olduğu için doğru kararlar alacaktır.” Ancak bu argüman, bireyin gerçek yeterliliğine dair bir dayanak içermez.
Liyakat ekseninden sapmanın bir diğer etkisi, bireylerin kurumsal ortamlarda daha az motive olmalarına yol açar. Eğer bir çalışan, liyakat esasına göre değil, siyasi bağlantılara göre terfi eden bireylerle çalışıyorsa, bu durum adalet algısını zedeler ve bireylerin performansını düşürür. Bu tür bir ortam, uzun vadede kurumsal yapıyı zayıflatarak, topluma hizmet eden mekanizmaların etkinliğini tamamen ortadan kaldırabilir.
3. Kurumların Zayıflaması
Partizanlık, bağımsız kurumları zayıflatarak demokratik dengeyi bozar. Bağımsız kurumlar, bir demokrasinin temel direkleridir ve toplumsal çıkarları koruma görevini üstlenirler. Ancak aşırı partizanlık, bu kurumların tarafsızlığını ortadan kaldırır ve onları siyasi araçlar haline getirir. Bu durum, demokrasinin temel değerlerini aşındırarak toplumsal düzeni tehdit eder.
Bağımsız kurumların partizan etkilerle zayıflaması, özellikle yargı, eğitim ve kamu hizmetlerinde kendini gösterir. Örneğin, bir yargı organı, siyasi baskılarla hareket etmeye başladığında, adaletin tarafsız bir şekilde sağlanması mümkün olmaz. Yargının taraflı hareket etmesi, bireylerin hukuka olan güvenini azaltır ve toplumda kaosa neden olur. Burada bir mantık hatası daha belirgin hale gelir: “Kurumlar, belirli bir siyasi ideolojiyi destekliyorsa daha etkili çalışır.” Ancak bu varsayım, bir kurumun işlevselliğinin tarafsızlığına dayandığı gerçeğini göz ardı eder.
Kurumların zayıflaması, aynı zamanda toplumsal güvensizlik yaratır. Eğitim kurumları, liyakat temelli bir anlayış yerine partizan bir sistemle çalıştığında, genç nesillerin eğitimi siyasi hesaplara kurban edilir. Örneğin, bir eğitim reformu, toplumsal ihtiyaçları karşılamaktan ziyade, belirli bir siyasi ideolojiyi güçlendirmek için tasarlandığında, bu durum uzun vadede toplumsal ilerlemeyi engeller. Bu süreçte bireyler, eğitim sistemine olan güvenlerini kaybeder ve bunun sonucunda eğitimli bireylerin sayısı azalır. Böyle bir ortam, toplumun genel refahını doğrudan etkiler.
Özellikle Türkiye’de partizanlık, bürokrasi ve kamu yönetiminde liyakat eksikliğine zemin hazırlayan başlıca unsurlardan biridir. Kamu görevlilerinin ve politikacıların, kendi partilerinin çıkarlarını kamu çıkarının önüne koyduğu örnekler sıklıkla görülmektedir.
Nepotizm
Nepotizm, akraba veya yakın ilişkiler üzerinden kişilere ayrıcalık tanınmasını ifade eder. Bu kavram, yönetim ve karar alma süreçlerinde objektif kriterlerin yerine kişisel bağların geçmesini sağlar. Nepotizm, genellikle liyakat sistemiyle tamamen çelişir ve kurumların etkinliğini zayıflatır.
Nepotizm, köken olarak Katolik Kilisesi’ndeki “nepot” uygulamasından gelir. Papaların yeğenlerini kilise görevlerine atamaları, nepotizmin tarihi örneklerinden biridir. Modern çağda ise nepotizm, aile bağları veya kişisel ilişkiler yoluyla kamu veya özel sektördeki pozisyonların doldurulması anlamına gelir.
Aristoteles, “Politika” adlı eserinde, yönetimde erdemin ve kamusal çıkarın ön planda olması gerektiğini savunur. Ancak nepotizm, kamusal çıkar yerine kişisel ilişkileri merkeze alarak bu ilkeyi ihlal eder.
Nepotizmin yol açtığı sorunlar şunlardır:
1. Kurumsal Çöküş
Nepotizmle doldurulan pozisyonlar, karar alma süreçlerinde uzmanlığın yerini kişisel ilişkilerin almasına neden olur. Bu durum, kurumların temel işlevlerini yerine getirmesini engeller ve uzun vadede kurumsal çöküşe yol açar. Bir pozisyona akrabalık veya kişisel yakınlık temelinde getirilen birey, gerekli bilgi ve becerilere sahip değilse, alınan kararlar hem kısa vadede hem de uzun vadede etkisiz ve hatalı olur. Kurumların işleyişindeki bu tür zafiyetler, toplumsal ve ekonomik sistemlerin genel verimliliğini düşürür.
Mantık hataları (logical fallacies) bu süreci daha da karmaşık hale getirir. Örneğin, nepotizmin savunucuları sıkça şu tür argümanlara başvururlar: “Bu kişi aileden olduğu için daha güvenilirdir.” Bu argüman, kişinin güvenilirliği veya yetkinliği hakkında hiçbir objektif kriter sunmaz. Aslında, bu tür mantık hataları, liyakat esasına dayalı değerlendirme süreçlerini devre dışı bırakır ve kurumsal çöküşü hızlandırır.
Bilişsel çelişki (cognitive dissonance) de bu süreçte devreye girer. Örneğin, nepotizmle bir göreve atanmış bir birey, bu pozisyon için yeterli olmadığını bilse bile, bu gerçeği kendine itiraf etmek yerine, pozisyonu hak ettiğine dair rasyonelleştirmeler yapabilir. Bu birey, kendi performansını haklı çıkarmak için yetersizliği örtbas eden kararlar alabilir ve bu da kurumu daha da zayıflatır. Kurumsal çöküş, yalnızca içsel bir sorun değil, aynı zamanda toplumun geneline yayılan bir krizdir; çünkü kurumlar toplumsal refahın temel taşıdır.
2. Güvensizlik
Nepotizmin hâkim olduğu sistemlerde, toplumun kurumsal yapılara olan güveni ciddi şekilde zedelenir. Bireyler, bir kurumun kararlarının adil ve tarafsız bir şekilde alındığına dair inançlarını kaybederler. Bu durum, yalnızca o kuruma yönelik bir güvensizlik yaratmaz; aynı zamanda toplumsal düzeni zayıflatarak bireyler arasında bir güvensizlik kültürünün oluşmasına yol açar.
Güvensizlik, bilişsel çelişkiyle de yakından ilişkilidir. İnsanlar, genellikle nepotizmin yaygın olduğu bir sistemde yaşamalarının yarattığı huzursuzluğu azaltmak için, bu sistemi rasyonelleştirmeye çalışır. Örneğin, bir kamu çalışanı, “Bu tür atamalar her yerde oluyor, ben de böyle bir pozisyon kazanabilirim” diyerek durumu kabullenebilir. Bu tür rasyonelleştirmeler, güvensizlik hissini azaltmak yerine bireylerin etik değerlerini aşındırır ve toplumsal adaletsizlik algısını güçlendirir.
Mantık hataları da bu bağlamda önemli bir rol oynar. “Eğer liderimiz bu kişiyi seçtiyse, mutlaka bir bildiği vardır” gibi bir düşünce, bireylerin açıkça yanlış olan kararları bile sorgulamasını engelleyebilir. Oysa bu argüman, liderin seçim sürecinin nesnel ve adil olduğuna dair hiçbir kanıt sunmaz. Sonuç olarak, toplumdaki bireyler arasında güvensizlik derinleşir ve bu durum, yalnızca kurumsal yapıları değil, bireylerin birbirine olan güvenini de zayıflatır.
3. Adaletsizlik
Nepotizmin belki de en belirgin ve yıkıcı etkisi, toplumsal adaleti zedelemesidir. Bireyler, liyakat yerine kişisel bağlarla ödüllendirildiğinde, toplumdaki fırsat eşitliği ilkesi ortadan kalkar. Bu durum, bireylerin hayal kırıklığı yaşamasına ve sisteme olan güvenlerinin tamamen yitirilmesine yol açar. Ayrıca, bu tür bir yapı, yetkin bireylerin sistemin dışında kalmasına neden olur ve bu da toplumsal ilerlemeyi yavaşlatır.
Adaletsizlik, mantık hataları ile de desteklenir. Örneğin, nepotizmin savunucuları, “Aile üyelerimize güvenmezsek kime güveneceğiz?” gibi bir argümanla bu sistemi haklı göstermeye çalışabilir. Ancak bu, liyakat ve uzmanlık gibi nesnel ölçütlerin önemini göz ardı eden bir düşüncedir. Bu tür bir mantık hatası, adaletsiz atamaların neden olduğu toplumsal eşitsizlikleri daha da görünmez hale getirir.
Bilişsel çelişki, nepotizme karşı çıkan bireylerin bile bu sistemin bir parçası olduklarında etik değerlerini sorgulamamalarına neden olabilir. Örneğin, bir kişi, sistemin adaletsiz olduğunu bilmesine rağmen, kendisi veya bir yakını nepotizmden fayda sağladığında bu durumu haklı gösterebilir. Bu, bireyin kendi inançları ile eylemleri arasında bir uyumsuzluk yaratarak, adaletsizliği normalleştiren bir davranış döngüsüne yol açar.
Liyakatsizlik, Partizanlık ve Nepotizmin Birbirini Tetiklemesi
Bu üç kavram birbiriyle doğrudan ilişkilidir ve genellikle bir arada bulunurlar. Bir kavramın varlığı, diğerlerini de besler ve güçlendirir:
- Liyakatsizlik → Partizanlık: Liyakatsizlik, bireylerin nesnel kriterlere göre değil, siyasi sadakate göre atanmasına neden olur. Bu durum, partizanlığın güçlenmesine yol açar.
- Partizanlık → Nepotizm: Partizanlık, sadakat temelli bir yapı oluşturduğunda, bu yapı içinde akrabalık ve yakınlık ilişkileri daha ön plana çıkar. Böylece nepotizm yaygınlaşır.
- Nepotizm → Liyakatsizlik: Nepotizmle pozisyonlara getirilen bireyler, genellikle yeterlilikten yoksun oldukları için liyakatsiz bir sistem yaratır.
Yani Liyakatsizlik, partizanlık ve nepotizm, birbirlerini besleyerek kurumsal yapıları zayıflatan bir döngü oluşturur. Liyakatsizlik, partizanlığı teşvik eder; partizanlık, nepotizmin önünü açar; nepotizm ise liyakatsizliği kalıcı hale getirir. Bu üçlü kıskacın etkileri, yalnızca bireylerin değil, toplumun genel refahını ve demokratik değerlerini de tehdit eder.
Montesquieu’nün “Kanunların Ruhu” adlı eserinde vurguladığı denge ve kontrol ilkesi, bu kıskacın hâkim olduğu bir sistemde tamamen bozulur. Dengeyi sağlamak için, liyakat temelli bir yönetim anlayışının benimsenmesi ve bu üç kavramın bir arada işleyerek oluşturduğu döngünün kırılması gereklidir. Aksi takdirde, toplum, adalet ve refahını kaybetmeye devam ederken, kurumsal yapılar da etkinliklerini yitirecektir. Bu döngüyü kırmak için, hem bireylerin hem de kurumların etik ve profesyonel standartlara uygun şekilde yeniden yapılandırılması şarttır.
Siyasete Giriş Barem Eksikliği: Kavramsal ve Tarihsel Bir Değerlendirme
Osmanlı’dan Günümüze Siyasi Yönetime Erişim Dinamikleri
Türkiye’de siyasete giriş barem eksikliği, tarihsel olarak Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet dönemine kadar uzanan bir mirasın parçasıdır. Osmanlı döneminde, yönetime erişim mekanizmaları daha çok patrimonyal bir yapıya dayanıyordu. Bu sistemde, liyakat unsurları zaman zaman önemsenmiş olsa da, özellikle son dönemlerde sadakat, kişisel ilişkiler ve akrabalık bağları ön plana çıkmıştır. Modern Türkiye Cumhuriyeti’nde ise bu yapının izleri belirli ölçülerde devam etmiş, liyakat eksikliği, partizanlık ve nepotizm gibi sorunlar siyasal sistemin önemli sorunları haline gelmiştir.
Osmanlı’da özellikle erken dönemlerde liyakat unsurlarına kısmen yer verilmiştir. Örneğin, devşirme sistemi bu bağlamda değerlendirilebilir. Devşirme yoluyla yönetici kadrolarına getirilen bireyler, sıkı bir eğitim sürecinden geçirilerek yüksek devlet görevlerine atanmıştır. Ancak bu sistem, zamanla yozlaşmış ve liyakat yerini sadakat temelli bir anlayışa bırakmıştır.
Max Weber, patrimonyal sistemleri geleneksel otoritenin bir uzantısı olarak tanımlar. Ona göre, patrimonyal yapılar, yönetimin kişisel sadakate dayandığı ve karar alma süreçlerinde kurumsal mekanizmaların etkisiz kaldığı sistemlerdir. Osmanlı’nın son dönemlerinde bu yapının hâkim olması, modern Türkiye’ye miras kalan liyakat sorunlarının temel nedenlerinden biridir.
Özellikle Tanzimat Dönemi ile birlikte, Osmanlı’da liyakat temelli bir yönetim anlayışı oluşturulmaya çalışılmıştır. Ancak bu reform girişimleri, merkezi otoritenin güç kaybı ve yerel çıkar gruplarının etkisiyle sınırlı bir başarı elde etmiştir. Abdülhamid döneminde ise bu reformların çoğu askıya alınmış, sadakat ve aile bağları yeniden öncelik kazanmıştır.
1923’te Cumhuriyet’in ilanı, Türkiye için köklü bir modernleşme ve reform sürecini beraberinde getirmiştir. Mustafa Kemal Atatürk, liyakat temelli bir yönetim sisteminin inşası için eğitim reformlarına ve kurumların yeniden yapılandırılmasına öncelik vermiştir. Özellikle devlet kadrolarının modern bilimsel eğitim almış bireylerden oluşması hedeflenmiştir. Ancak bu dönemde de liyakat sistemi, siyasi çekişmeler ve partizan yaklaşımlar nedeniyle tam anlamıyla kurumsallaştırılamamıştır.
1930’lardan itibaren, özellikle tek parti dönemi boyunca, devlet yönetiminde liyakat unsurları kısmen önemsenmiştir. Ancak çok partili hayata geçişle birlikte, siyasal rekabet liyakat sisteminin önüne geçmiştir. Özellikle Demokrat Parti (DP) döneminde, devlet kadrolarının “siyasi sadakat” esasına göre yeniden düzenlendiği görülmüştür. Bu durum, Türkiye’de partizanlığın ve nepotizmin kurumsal yapılar üzerindeki etkisini artırmıştır.
John Locke, devletin kamu yararına hizmet etmesi gerektiğini vurgulamıştır. Ancak Cumhuriyet’in sonraki dönemlerinde siyasi gruplar, bu ilkeyi sık sık göz ardı ederek, partizan ve nepotist uygulamalarla yönetim mekanizmalarını ele geçirmiştir.
Plütokrasi ve Türkiye: Üçlü Kıskaçtan Meritokrasiye
Ekonomik Gücün Siyaseti Kontrol Altına Alması
Plütokrasi, ekonomik gücün siyasi gücü kontrol ettiği bir yönetim biçimidir. Bu sistemde ekonomik elitler, siyasal süreçleri yönlendirerek kendi çıkarlarını korumak ve artırmak için güç kullanırlar. Plütokrasi, özellikle şeffaflık eksikliği, hesap verebilirliğin zayıflığı ve kurumsal yozlaşmanın hâkim olduğu sistemlerde güçlenir. Türkiye’de bu yapı, sermaye gruplarının medya kontrolünden seçim kampanyalarının finansmanına kadar geniş bir yelpazede etkisini hissettirmektedir.
Örgüt teorisi açısından bakıldığında, plütokrasi, bir sistemdeki kaynak dağılımı ve güç dengelerinin nasıl örgütlendiğini anlamak için önemli bir kavramdır. Max Weber, “ekonomik güç” ve “otorite” arasındaki ilişkiye dikkat çekerek, bürokrasinin ekonomik elitlerin çıkarlarını nasıl sistematik hale getirebileceğini vurgular. Weber’e göre, ekonomik aktörler, devlet gibi büyük örgütlerdeki kuralları kendi lehlerine yeniden yapılandırabilir.
Roma’da zengin toprak sahipleri ve senato üyeleri, siyasi iktidarı ellerinde tutarak geniş halk kesimlerinin çıkarlarını dışlamışlardır. Örneğin, Marius ve Sulla döneminde, ordunun finansmanı ve yönetimi ekonomik elitlerin kontrolüne geçmiştir. Bu durum, plütokrasinin yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda askeri ve siyasal yapıları da nasıl şekillendirebileceğini göstermektedir.
Plütokrasi, modern örgütlerde de kendini gösterir. Örneğin, çok uluslu şirketler, hükümetlerin ekonomik politikalarını belirleme konusunda ciddi bir etkiye sahiptir. John Kenneth Galbraith, ekonomik gücün yoğunlaştığı yerlerde siyasal süreçlerin bu güce hizmet eder hale geldiğini belirtmiştir. Türkiye’de, 2000’li yıllarda özelleştirme politikaları ve kamu-özel ortaklıkları, ekonomik elitlerin siyasi karar alma süreçlerinde ne denli etkili olabileceğini ortaya koymuştur.
Bu bağlamda, plütokrasi sadece bir yönetim biçimi değil, aynı zamanda örgütlerin ekonomik ve siyasal dinamikleri arasındaki ilişkilerin analizinde kritik bir kavramdır.
Plütokrasi ve Vatana İhanet: Demokrasiye ve Meritokrasiye Engel Olan Bir Sistem
Açık konuşalım mı? Plütokrasi, demokrasinin temel ilkelerine ihanet eden, toplumun iradesini gasp eden ve devlet mekanizmalarını ekonomik elitlerin kontrolüne teslim eden bir yönetim biçimidir. Demokrasi, halkın iradesinin yönetim süreçlerine doğrudan yansımasını savunur; ancak plütokraside, halkın bu iradesi manipüle edilir, yok sayılır ve çıkar odaklı bir araca dönüştürülür. Türkiye gibi bir ülkede, halkın refahını korumakla yükümlü devlet mekanizmalarının ekonomik elitlerin çıkarları doğrultusunda şekillenmesi, yalnızca demokrasinin işleyişini değil, aynı zamanda ülkenin geleceğini de tehdit eder.
Vatana ihanet, Anayasal düzeni veya ülkenin temel değerlerini kasıtlı bir şekilde zayıflatmak, yok etmek veya halkın genel iradesine karşı hareket etmek anlamına gelir. Plütokrasi, bu tanıma doğrudan uyan bir yapı oluşturur çünkü ekonomik gücü elinde tutan azınlık, devletin karar alma mekanizmalarını ele geçirerek halkın çıkarlarını bilerek ve isteyerek göz ardı eder. Bu, toplumsal adaletin altını oyar ve halkın geleceğini tehlikeye atar. Plütokrasi, demokrasiyi göstermelik bir sisteme dönüştürerek vatana ihanetin en sinsi biçimlerinden birini temsil eder.
Toplumsal Güvenin Erozyonu: Halkı Kandıran Bir Sistem
Plütokrasi, liyakatsizlik, partizanlık ve nepotizmin birleşimiyle halkın devletine olan güvenini yok eder. Vatandaşlar, kamu politikalarının adaletli ve şeffaf bir şekilde yürütüldüğüne dair inançlarını kaybettiklerinde, devlete olan bağlılıkları da zayıflar. Türkiye’de bu durum, özellikle kamu kaynaklarının ekonomik elitlerin projelerine aktarılması ve gelir adaletsizliğinin derinleşmesiyle daha belirgin hale gelmiştir. Halk, ekonomik krizlerin ve adaletsizliklerin bedelini öderken, ekonomik elitlerin bu süreçlerden kazanç sağlaması, vatana ihanetin bir başka boyutunu ortaya çıkarır.
Plütokratik sistemlerde, kamu kaynaklarının kullanımı halkın değil, elitlerin çıkarlarını gözetir. Örneğin, şeffaf olmayan kamu ihaleleri ve ekonomik kriz dönemlerinde alınan kararlar, toplumun genel faydasını değil, bir azınlığın servetini artırmayı hedefler. Bu tür bir yönetim, sadece kaynak israfına yol açmakla kalmaz; aynı zamanda halkın devlete olan güvenini derin bir şekilde sarsar.
Halkın devletine olan inancını kaybetmesi, sosyal dayanışmayı ve ulusal birliği zayıflatarak, toplumsal çöküşe zemin hazırlar. Vatana ihanet, yalnızca doğrudan bir saldırı ile değil, toplumun ortak bağlarının parçalanmasına yol açan sistematik ihmal ve kötüye kullanım yoluyla da gerçekleşir. Plütokrasi, halkın umudunu çalar ve yerine bir çaresizlik kültürü yerleştirir.
Montesquieu, “Kanunların Ruhu” adlı eserinde, yasaların eşitlik ve adalet temelinde şekillenmesi gerektiğini savunur. Ancak plütokrasi, bu idealin tamamen tersi bir sistemi teşvik eder. Ekonomik elitlerin kontrolündeki bir düzende, yasalar halkın çıkarlarını korumaktan ziyade, elitlerin servetini artırmayı hedefler. Adalet, plütokratik bir sistemde bir araç haline gelir; güçlülerin çıkarlarını korumak için yeniden tanımlanır.
Türkiye’de, adaletin ekonomik güce hizmet eden bir yapıya dönüşmesi, halkın hukukun üstünlüğüne olan inancını yok eder. Yargının tarafsızlığını kaybetmesi, plütokratik sistemlerin en tehlikeli sonuçlarından biridir. Adaletin bir azınlığın çıkarlarını koruyan bir araca dönüşmesi, doğrudan vatana ihanet olarak tanımlanabilir çünkü bu, halkın güvenliğini ve haklarını bilerek ve isteyerek zayıflatır.
Türkiye’de siyasal kampanyaların ve medyanın ekonomik elitler tarafından finanse edilmesi, meritokrasinin gelişmesini imkansız hale getirir. Halk, gerçek bilgiye erişimden mahrum bırakılır ve manipüle edilmiş bir kamuoyu yaratılır. Bu durum, halkın demokrasiye olan inancını zayıflatırken, elitlerin çıkarlarına hizmet eden bir düzenin devam etmesini sağlar. Meritokrasi yerine plütokrasiye dayalı bir sistem, vatana ihanetin en belirgin örneklerinden biridir çünkü bu düzen, halkın geleceğini bir avuç insanın çıkarlarına feda eder.
Vatana ihanetin tanımı, sadece düşmana bilgi sızdırmak veya askeri sırları ifşa etmekle sınırlı değildir. Halkın iradesini yok saymak, kamu kaynaklarını bir azınlığın çıkarına kullanmak ve demokrasiyi göstermelik bir sisteme dönüştürmek de vatana ihanetin bir biçimidir. Plütokrasi, bu ihanetin en sistematik ve tehlikeli hali olarak karşımıza çıkar.
Türkiye’nin geleceği için, plütokratik düzenin ortadan kaldırılması ve meritokrasiye dayalı bir sistemin inşa edilmesi zorunludur. Halkın iradesini hiçe sayan, kaynaklarını sömüren ve demokrasiyi yok eden bu sistemle mücadele etmek, yalnızca etik bir zorunluluk değil, aynı zamanda bir ulusun varlığını koruma mücadelesidir. Aksi takdirde, bu düzenin devam etmesi, yalnızca halkın umudunu değil, ulusun kendisini de yok edecektir.
Toplumun Üçlü Kıskaçtan Çıkış Stratejileri
Aşağıda bahsedeceğim strateji blokları ancak olması gerekenin 10.000’de biri bile oalmaz ve aslında açık açık da yazılmamalıdır. Zira Türkiye; 5. kol faaliyetleri dolayısıyla her yönden kıskaca alınmış bir ülkedir.
Plütokrasiyi sona erdirmek, yüzeysel reformlarla mümkün olamayacak kadar köklü bir dönüşüm gerektirir. Bu sistem, yalnızca ekonomik elitlerin siyaseti kontrol ettiği bir düzen değil, aynı zamanda toplumun adalet, eşitlik ve hakikat duygusunu sistematik olarak yok eden bir yapıdır. Plütokrasi, kendini yalnızca ekonomik üstünlükle değil, kültürel hegemonyayla da var eder; bu nedenle onun izlerini silmek, bir ulusun dokusunu yeniden örmeyi gerektirir.
İlk olarak, plütokrasiyle mücadelenin temelinde, ekonomik gücün siyaseti manipüle etme araçlarını ortadan kaldırmak yatmalıdır. Bu, yalnızca finansman kaynaklarının şeffaflaştırılmasıyla sınırlı kalamaz. Ekonomik elitlerin kamu politikalarını yönlendirme kapasitesini tamamen etkisiz hale getirmek gerekir. Kamu ihaleleri, bağış kampanyaları ve siyasi lobicilik faaliyetleri, derinlemesine bir denetim sürecine tabi tutulmalı ve ekonomik gücü elinde tutanların siyasi kararlara müdahalesi anayasal olarak yasaklanmalıdır. Bu noktada, ekonomik gücün sınırlandırılması, radikal bir servet vergisi uygulaması ve büyük şirketlerin kamu yönetimiyle olan bağlantılarının kesilmesi gibi sert tedbirlerle sağlanabilir.
Plütokrasiye hizmet eden medya ve bilgi manipülasyonu araçları tamamen kontrol altına alınmalıdır. Medyanın mülkiyeti, ekonomik elitlerin elinden alınarak bağımsız ve halkın denetiminde bir yapıya kavuşturulmalıdır. Tekelleşmiş medya kuruluşları, kamusal mülkiyete dönüştürülerek halkın bilgiye eşit erişimi sağlanmalıdır. Manipülatif içerik üretimi, yalnızca bir etik ihlal olarak değil, halkın iradesine doğrudan bir saldırı olarak tanımlanmalı ve buna uygun ağır yaptırımlar uygulanmalıdır. Bilgi, plütokrasinin en büyük silahıdır; bu silahı elinden almak, sistemi zayıflatmanın en etkili yoludur.
Plütokratik yapılar, eğitimden ekonomiye, bürokrasiden kültüre kadar her alanda yerleşiktir. Bu nedenle, plütokrasiyi sona erdirmek, yalnızca mevcut elitlerin etkisini ortadan kaldırmak değil, bu etkiyi yeniden üretecek mekanizmaları tamamen yok etmek anlamına gelir. Eğitim sistemi, bireylerin yalnızca iş gücüne entegre edilmesini değil, eleştirel düşünceyi ve toplumsal sorumluluğu önceliklendiren bir anlayışla yeniden yapılandırılmalıdır. Eğitim, bireylerin ekonomik ve siyasi güç odaklarına bağımlı olmaksızın kendi kaderlerini tayin edebilecek bilgi ve becerilerle donatılmasını sağlamalıdır. Plütokrasinin en güçlü dayanağı olan bilgisizliği kırmak, sistemin çöküşünü hızlandıracaktır.
Ekonomik yapı, plütokrasiyi mümkün kılan eşitsizlikleri üretmeye devam ettikçe, bu sistemin etkileri tamamen silinemez. Bu nedenle, ekonomik gücün tabana yayılması sağlanmalı ve sermayenin belirli ellerde yoğunlaşmasının önüne geçilmelidir. Büyük şirketlerin ve bankaların toplum üzerindeki kontrolü kırılmalı, ekonomik karar alma süreçleri halkın doğrudan katılımına açık hale getirilmelidir. Çalışan hakları güçlendirilerek, emeğin değerini azaltan her türlü ekonomik uygulamaya karşı sert yaptırımlar uygulanmalıdır. Zenginlerin büyüyen servetini halkın emeği üzerinden inşa etmesini mümkün kılan sistematik düzenlemeler tamamen lağvedilmelidir.
Plütokrasinin köklerini kazımak, aynı zamanda toplumun kültürel dokusunu yeniden inşa etmeyi gerektirir. Halk, ekonomik ve siyasi güç odaklarının kurduğu manipülatif ve tüketim odaklı yaşam biçiminden özgürleştirilmelidir. Ortak değerler, dayanışma ve toplumsal adalet vurgusu kültürel pratiklerin merkezine yerleştirilmelidir. Sanat ve edebiyat gibi alanlarda ekonomik güç ilişkilerinin etkisi tamamen ortadan kaldırılarak, bu alanların özgürleşmesi sağlanmalıdır. Kültürel üretimin elitlerin estetik anlayışı ve piyasa beklentileriyle şekillenmesine son verilmelidir.
En radikal tedbirlerden biri, halkın “milli” bölümünün doğrudan karar alma süreçlerine katılımını artıracak mekanizmaların oluşturulmasıdır. Plütokratik yapılar, temsili demokrasiyi manipüle ederek halkın iradesini etkisiz hale getirir. Bunun önüne geçmek için, doğrudan demokrasi mekanizmalarının geliştirilmesi şarttır. Halk meclisleri, referandumlar ve bölgesel karar alma organları gibi yapılar, merkezi otoritelerin ve ekonomik elitlerin etkisini sınırlandırabilir.
Son olarak, plütokrasiyi tamamen ortadan kaldırmak, yalnızca sistem değişikliğiyle mümkün değildir. Bu, aynı zamanda bir bilinç değişimini gerektirir. Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk bu işin ancak bir kısmını, ömrü elverdiğince başarabilmiştir. Toplum, ekonomik gücün kutsandığı ve zenginliğin başarıyla eş tutulduğu bir anlayıştan kurtarılmalıdır. Bunun yerine, eşitlik, adalet ve ortak fayda gibi değerlerin yüceltildiği bir toplumsal bilinç geliştirilmelidir. Plütokrasiyi sona erdirmek, yalnızca elitlerin etkisini yok etmek değil, bu etkiyi mümkün kılan düşünce yapısını da kökten değiştirmek anlamına gelir. Ancak bu şekilde, plütokratik düzenin izleri tamamen silinebilir ve gerçek bir milli halk egemenliği sağlanabilir.
Sonuç Yerine
Meritokrasi, bireylerin bilgi, beceri ve yeteneklerine dayalı olarak değerlendirildiği bir sistemdir ve adaletli bir yönetim yapısının temel taşıdır. Plütokrasi ise ekonomik gücün siyasal gücü kontrol ettiği bir sistemdir ve toplumsal eşitsizliklerin derinleşmesine neden olur. Meritokrasi, yalnızca bireylerin hak ettikleri yerlere gelmelerini sağlamakla kalmaz, aynı zamanda plütokrasinin yarattığı sistematik sorunları ortadan kaldırır ve toplumun genel refahını artırır. Türkiye gibi kaynakları ve potansiyeli yüksek bir ülkede, meritokrasiye dayalı bir yönetim modeli, plütokrasiyi alt ederek toplumsal kalkınmanın önünü açabilir.
Plütokrasi, ekonomik gücü elinde bulunduran azınlığın, siyasi karar alma mekanizmalarını kontrol ederek kendi çıkarlarını korumasına dayanır. Bu sistem, kararların toplumsal fayda yerine, ekonomik elitlerin çıkarlarını gözeterek alınmasına neden olur. Milli ve özellikle Türk istikbalini başucu görev olarak gören Meritokrasi ise bu mekanizmayı kırmak için objektif kriterlere dayalı bir liderlik modeli sunar. Bireylerin yalnızca ekonomik güce değil, bilgi ve uzmanlığa dayalı olarak yönetim pozisyonlarına eriştiği bir sistemde, ekonomik elitlerin çıkarları toplumun genel yararına uygun şekilde dengelenir.
Meritokrasi, kamu yönetiminde liyakate dayalı atamaları teşvik ederek, plütokrasinin temel dayanaklarını zayıflatır. Ekonomik elitler genellikle uzmanlık ve bilgi eksikliği olan bireyleri destekleyerek kendi etkilerini artırmayı hedefler. Ancak meritokrasi, uzmanlık ve bilgiye öncelik verdiği için bu tür bir manipülasyonu mümkün kılmaz. Türkiye’de, kamu kaynaklarının ve projelerin uzmanlar tarafından yönetildiği bir model, hem israfı önleyecek hem de toplumsal ihtiyaçların daha etkin bir şekilde karşılanmasını sağlayacaktır. Bu, plütokratik yapıların kaynak dağıtımı üzerindeki kontrolünü ortadan kaldırır.
Meritokrasi ayrıca demokratik mekanizmaların yeniden işlerlik kazanmasını sağlar. Plütokrasi, halkın iradesini manipüle ederek karar alma süreçlerini tekelleştiren bir sistemdir. Meritokrasi ise karar alma süreçlerini şeffaflaştırarak, bireylerin toplumsal sorumluluklarını ve katılımını artırır. Türkiye’de siyasi liderlik, bilgi ve uzmanlığa dayalı bir seçim sürecine bağlandığında, ekonomik elitlerin halkı etkisiz hale getirme çabaları başarısız olacaktır. Bu da demokrasiyi güçlendirecek ve halkın sisteme olan güvenini artıracaktır.
Bir diğer önemli boyut, meritokrasinin ekonomik fırsat eşitliğini sağlamasıdır. Plütokrasi, gelir dağılımında eşitsizlikleri artırarak toplumsal adaleti zedeler. Meritokrasi ise fırsatların herkes için eşit olduğu bir sistem yaratır. Eğitimden iş hayatına kadar her alanda liyakate dayalı bir sistem, bireylerin potansiyellerini gerçekleştirmelerine olanak tanır. Türkiye’de bu tür bir sistem, hem ekonomik büyümeyi hızlandırır hem de toplumsal uyumu güçlendirir. Bireylerin yeteneklerine göre ödüllendirildiği bir ortam, yaratıcılığı ve yeniliği teşvik ederek ülkenin küresel rekabet gücünü artırır.
Meritokrasi, Türkiye’nin uluslararası arenadaki konumunu da güçlendirecektir. Bilgi ve uzmanlık temelli bir yönetim modeli, Türkiye’nin hem bölgesel hem de küresel düzeyde daha etkili bir aktör olmasını sağlar. Plütokrasinin aksine, meritokrasi, stratejik kararların uzun vadeli planlamalara ve bilimsel verilere dayanarak alınmasını mümkün kılar. Türkiye, doğal kaynakları, jeopolitik konumu ve insan kaynağı gibi avantajlarını liyakat temelli bir yönetimle birleştirdiğinde, bölgesel bir güç olmaktan çıkıp küresel ve hatta hiper güç haline gelebilir.