Giriş
Olayları müzik üzerinden anlatmayı sevdiğim için, konuyu orkestra analojisi üzerinden betimleyerek; sizlere en basit haliyle anlatmayı deneyerek başlayacağım.
Dış politika, uluslararası sahnede bir ülkenin performansını yönlendiren bir orkestra şefinin görevlerini andıran karmaşık bir süreçtir. Bu süreci daha ayrıntılı bir şekilde incelediğimizde, politika yapıcıları, tıpkı bir orkestra şefi gibi, bir dizi farklı enstrümanı ve oyuncuyu koordine etmeli ve uyumlu bir müzikal deneyim yaratmalıdır.
Düşünün ki bir ülkenin dış politikası, bir büyük senfoni gibi, birçok enstrüman ve müzisyenin bulunduğu bir orkestra performansıdır. Orkestra şefi gibi, politika yapıcıları da emrinde birçok unsur bulunduran geniş bir “uluslararası orkestra” ile karşı karşıyadır. Bu orkestra, diplomatik ilişkiler, ticaret, güvenlik, insan hakları ve daha birçok unsuru içeren karmaşık bir repertuvara sahiptir.
Orkestra şefinin temel görevi, bu çeşitli topluluğu uyum içinde çalışmaya yönlendirmek ve bir bütün olarak etkileyici bir performans sergilemelerini sağlamaktır. Politika yapıcıları da aynı şekilde, uluslararası alanda ülkelerinin çıkarlarını korumak, ulusal güvenliği sağlamak, barışı teşvik etmek ve refahlarını artırmak gibi hedeflere ulaşmak için farklı enstrümanları kullanmalıdır.
Müzikal benzetmede, orkestra şefinin performansı yönlendiren anahtar kararları vermesi gerekmektedir. Aynı şekilde, politika yapıcılarının da dış politika alanında kritik kararlar alması ve uluslararası arenada ülkelerinin rolünü belirlemesi gerekmektedir. Bu kararlar, çalınacak parçaların seçimi, tempo, dinamikler ve orkestranın farklı bölümleri arasındaki etkileşim gibi, dış politikanın temel unsurlarını temsil eder.
Şefin büyük bir senfoni yaratma becerisi, kapsayıcı bir vizyona sahip olmasına ve çeşitli enstrümanları etkili bir şekilde koordine etme yeteneğine dayanır. Politika yapıcıları da aynı şekilde, uluslarının dış politika hedeflerini anlamalı ve farklı politika araçlarını etkili bir şekilde bir araya getirmelidir. Bunun yanı sıra, orkestra şefi gibi, politika yapıcılarının da duygusal bir bağ kurarak, uluslararası toplumla etkili iletişim kurmaları önemlidir.
Dış politika paradigması, bir orkestra şefinin müzikal kompozisyonu kavrayışı gibi, politika yapıcıların uluslarının dış politika hedeflerini ve uluslararası arenadaki rolünü yorumladığı temel bir belirleyici faktördür. Orkestra şefi, eserin ruhunu yakalayarak yorumlar ve performansı şekillendirir. Aynı şekilde, politika yapıcıların da uluslarının dış politika hedeflerine ve uluslararası toplumdaki konumlarına yönelik algıları, kararlarını ve eylemlerini şekillendirir.
Büyük strateji, politika yapıcının tüm performans için ana planıdır. Orkestra şefi, öncelikleri belirler, parçaların sırasını tespit eder ve orkestranın mükemmel bir uyum içinde çalışmasını sağlar. Politika yapıcıları da aynı şekilde, uluslarının dış politika hedeflerini yerine getirmek için eylem ve politikaları önceliklendirirler. Bu, barışçıl iş birliği, diplomatik müzakereler, ekonomik ittifaklar ve hatta askeri stratejileri içerebilir.
Stratejik Politika Nedir?
Dış ilişkiler ve büyük strateji bağlamında stratejik politika, bir ülkenin uluslararası sahnedeki eylem ve kararlarına rehberlik eden kapsamlı, uzun vadeli planı olarak anlaşılabilir. Stratejik bir politikanın özüne inmek için öncelikle “strateji” kavramının kendisini kavramak gerekir. Bu terim siyasi, ticari ya da gündelik hayata uygulandığında her zaman net bir hedefle, yani neye ulaşılmak istendiğiyle başlar. Bir ülkenin büyük stratejisi bağlamında, bu yolculuk ulusun politika hedeflerinin tanımlanmasıyla başlar. Ardından, stratejik karar alıcı titiz bir eylem planı ve ülkenin kapsayıcı stratejisini yürütmek üzere tasarlanmış özel politikalar oluşturur.
Ancak, bir ülkenin stratejik politikalarının tek başına formüle edilmediğini kabul etmek çok önemlidir. Diğer ülkeler ve liderleri tarafından yapılan çok yönlü stratejik hamlelerle iç içe geçmiş durumdadırlar. Sonuç olarak, stratejik politika yalnızca bir hükümetin hedefleri ve eylemleriyle ilgili değildir; aynı zamanda hükümetin diğer ulusların hedeflerini ve eylemlerini nasıl algıladığını da kapsar. Diğer aktörlerin potansiyel davranışlarının bir eylem planında bir araya getirilmesi “strateji” olarak adlandırılır. Özünde, politika yapıcılar kararlarını ve politika tercihlerini, kendi hedeflerini en iyi hale getirme nihai amacıyla, diğer aktörlerin nasıl tepki vereceğine dair beklentilerine dayandırırlar.
Stratejik politikanın doğasında var olan belirsizlik, yalnızca gelecekteki olaylara ilişkin belirsizliğin ötesine uzanır. Aynı zamanda diğer aktörlerin belirli bir politikaya nasıl tepki vereceklerine dair belirsizliği de kapsar. Tüm politika yapıcıların diğerlerinin niyetleri hakkında mükemmel bilgiye sahip olduğu ideal bir senaryoda, ilgili taraflar potansiyel olarak hedeflerine daha verimli bir şekilde ulaşabilir. Bu durum şu soruyu gündeme getirmektedir:
“Devletler neden niyetlerini açıkça ortaya koyarak tüm süreci basitleştirmemektedir?”
Devletlerin niyetlerini tam olarak açıklama konusundaki isteksizliklerinin altında birkaç neden yatmaktadır.
İlk olarak, hükümetler kendi niyetleri konusunda her zaman açık ve net bir anlayışa sahip olmayabilirler. Tüm devletler eylemlerini kesin olarak belirleyen bir büyük stratejiye sahip değildir.
İkinci olarak, devletler stratejik olarak öngörülemezlik unsurundan ve güçlerinin tamamını gizlemekten fayda sağlayabilir.
Üçüncü olarak, devletler niyetlerini açıklamamaktan kazançlı çıkabilecekleri gibi, diğer devletlerin kendi niyetlerini samimi bir şekilde ilettiklerinden de emin olamayacaklarının farkındadırlar. Bu durum büyük strateji alanında karmaşık bir belirsizlik ağı yaratır; hükümetler kararlarının diğer aktörlerden farklı tepkileri nasıl tetikleyebileceğini ve bu tepkilerin belirli bir sonuca yol açma olasılığını değerlendirirken bir miktar risk almak zorundadır.
Stratejik politika ve dış politika paradigmaları bağlamında, Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna ilişkin vizyonu bu noktada ilgi çekici bir örnek teşkil etmektedir. Atatürk, Birinci Dünya Savaşı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünün ardından Türkiye’nin geleceğine ilişkin çok önemli bir karar alma safhasıyla karşı karşıya kalmıştır.
Fakat her ne olursa olsun; hedefi açıktı: Türkiye’yi modern, laik ve bağımsız bir ulus devlete dönüştürmek.
Bu senaryoda Atatürk’ün stratejik politikası, uluslararası ve yerel stratejik ortamın kapsamlı bir değerlendirmesiyle başladı. Sömürgeci güçler, komşu ülkeler ve çeşitli yerel gruplar gibi bölgedeki kilit aktörleri tanımıştı çünkü muhtemelen Ataman devletinin gelmiş geçmiş en iyi özel harp personeliydi. Atatürk aynı zamanda emperyalist güçlerin hakimiyeti ve hızla değişen dünyada laikleşmenin gerekliliği gibi dönemin hâkim normlarının da farkındaydı.
Okumalarımdan gördüğüm kadarıyla Atatürk’ün karar verme süreci farklı stratejik yaklaşımları değerlendirmeyi içeriyordu. Türkiye’nin yeni bir cumhuriyet kurmak için ilk adımı atıp atmayacağına ya da daha temkinli bir yaklaşımın gerekli olup olmadığına karar vermesi gerekiyordu. Diğer devletlerle iş birliğinin risk ve faydalarının yanı sıra güven ve mevcut bilgi derecesini de göz önünde bulundurdu.
Bu stratejik süreç, tıpkı daha önceki örneğimizde olduğu gibi, belirsizliklerden ve karmaşıklıklardan yoksun değildi. Atatürk potansiyel stratejik hamleleri tahmin etmek, çeşitli senaryoları öngörmek ve her bir sonucun olasılığını değerlendirmek zorundaydı. O dönem az sayıda yetişmiş insanı uzun yıllar gözlemlemiş olması, çocukluk bağlarını kaybetmemiş olması, Ahi Evran’dan bu yana Anadolu Türklüğünü satmayan direnç noktalarını iyi kavramış olması (bence) en büyük avantajıydı.
Aslında Atatürk insanlara ve gruplara not veriyor ve bu notu özel bir durum gelişmedikçe değiştirmiyordu. Bunu herkes yapamaz. Bugün bile yapan insan bulmakta zorlanıyoruz…
Atatürk, ileri görüşlü bir yaklaşım benimseyerek ve uluslararası ve yerel bağlamı göz önünde bulundurarak Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini atmıştır. Laikleşme ve bağımsızlığa odaklanan vizyonu ve stratejik politikaları, yeni kurulan ulusun dış politika paradigmasını önemli ölçüde şekillendirmiştir.
Bugün ne kadar haklı olduğunu 5. Kol faaliyetlerinin ülke içi temsilcileri dışında herkes kabul ediyor.
Dış Politika Paradigması Ve Büyük Strateji Nedir?
Dış politika paradigması ve büyük strateji, uluslararası ilişkiler alanında merkezi kavramlardır. Bir dış politika paradigması esasen bir devletin uluslararası hedeflerini nasıl öngördüğüdür; büyük strateji ise bu hedeflere ulaşmak için kullanılan uygulamalar ve eylemler dizisini oluşturur.
Dış politika, özünde, bir devletin diğer uluslar ve devlet dışı varlıklarla olan tüm faaliyetlerini ve etkileşimlerini kapsar. Bu etkileşim, ekonomi politikaları, diplomatik angajmanlar, askeri eylemler ve uluslararası örgütlere katılım gibi çok çeşitli araçları içerir. Ancak büyük bir strateji bu günlük pozisyon ve eylemlerin ötesine geçer. Bir hükümetin dış politikası için daha geniş, uzun vadeli bir vizyon ortaya koyar ve ulusun çıkarlarına ulaşmak için birleşik bir yaklaşım oluşturur. Aradaki fark, büyük bir stratejinin her zaman açıkça ilan edilmemesi ya da hedeflerinin belirlenmemesinde yatar, ancak bir hükümetin dış politika çerçevesinde gerçekleştirdiği kolektif eylemler gözlemlenerek fark edilebilir.
Stratejik politika oluşturma, bir devletin kaynaklarının doğasında var olan sınırlamalardan kaynaklanır. Bu bağlamda, hükümetler hangi ulusal çıkarların daha önemli olduğunu ve hangi tehditlerin daha önemli riskler oluşturduğunu belirleyerek tercihlerini önceliklendirmek zorunda kalırlar. Büyük strateji esasen bir hükümetin (aslında sıklıkla devletin özel duyargaçları olan organlarının) çeşitli dış politika araçlarını tek bir yol gösterici ilke altında bütünleştirmesi için bir çerçeve işlevi görür. Bu ilke hükümetin politika tercihlerini oluşturmasına ve önceliklerini belirlemesine olanak tanır ki bu da sürecin önemli bir adımıdır.
Bu çerçeveyi geliştirmek için liderler ve hükümet yetkilileri öncelikle iç rekabet, kamuoyu, uluslararası müttefikler, düşmanlar, çok uluslu kurumlar ve sivil toplum kuruluşları gibi unsurları göz önünde bulundurarak hem iç hem de uluslararası aktörleri belirlemelidir. Daha sonra uluslararası normları ve karşılıklı bağımlılık derecesini dikkate alarak bu aktörlerin tercihlerini değerlendirirler. Daha sonra liderler potansiyel tehdit ve fırsatları analiz eder, her bir aktörün gelecekteki eylemlerini öngörür ve kendi çıkarlarını değerlendirir. Bu kapsamlı değerlendirme, bir devletin belirli uluslararası ve yerel bağlamlarda diğer aktörler üzerindeki potansiyel etkisini değerlendirmesini sağlar.
Sürekli olarak gelişen büyük stratejiler dinamiktir ve değişen koşullara ve bir ülkenin gelişen ihtiyaçlarına cevap verir. Liderlerin uzun vadeli vizyonlarını ve ulusal hedeflerini gerçekleştirmek için kullandıkları araçlar olarak hizmet ederler. Büyük bir stratejide ortaya konan öncelikler, bir liderin kapsayıcı vizyonu tarafından yönlendirilen, sürekli değişen küresel manzaraya dayanır.
Büyük stratejinin aydınlatıcı bir örneği Mustafa Kemal Atatürk’ün vizyoner liderliğinde bulunabilir: Atatürk, Türkiye’nin bağımsızlığını güvence altına alma ve bir Ataman devletinden modern, laik ve bağımsız bir ulusa doğru radikal bir dönüşüm başlatma ihtiyacını fark etmiştir. Onun büyük stratejisinin temelinde, Türkiye’nin egemenliğini korumanın ve refahını sağlamanın modernleşme ve laiklik vizyonunu benimsemeye bağlı olduğu inancı yatıyordu.
Birinci Dünya Savaşı’nın ve çökmekte olan Ataman İmparatorluğu’nun ardından Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye’yi modern, laik ve bağımsız bir ulusa dönüştürmek için yola çıktığında zorlu bir dizi zorlukla karşılaştı. Yaklaşımının temelinde büyük bir strateji, savaş sonrası dünyanın karmaşık dinamiklerini yönlendirmek, Ataman İmparatorluğu’nun kalıntılarını ele almak, bölgesel çatışmaları çözmek ve Türkiye’yi emperyalizm hayaletine karşı korumak için vizyoner bir plan vardı.
Savaş Sonrası Avrupa: Avrupa hala I. Dünya Savaşı’nın etkilerini üzerinden atamamıştı ve ulusların sınırları yeniden çiziliyordu. Atatürk, büyük güçlerin rekabet halindeki çıkarları arasında Türkiye’nin egemenliğini güvence altına alma ihtiyacının farkındaydı. Onun büyük stratejisi diplomatik girişimleri içeriyordu ve nihayetinde Türkiye’nin sınırlarını ve bağımsızlığını tanıyan Lozan Antlaşması ile sonuçlandı.
Gelin şimdi bu sebep – süreç – sonuç kısmını biraz detaylandıralım.
Ataman İmparatorluğu’nun kalıntıları: Ataman İmparatorluğu’ndan “ayrılan” Türkiye, benzersiz bir zorlukla karşı karşıya kaldı. İmparatorluk çok çeşitli ve çok etnikli bir yapıya sahipti ve Atatürk’ün vizyonu Türkiye’yi net bir Türk ulusal kimliğine sahip modern bir ulus-devlet olarak yeniden tanımlamaktı. Stratejisi, birleştirici ilkeler olarak Türklüğü ve laikliği vurgulayarak vatandaşlığı yeniden tanımlamaya yönelik önlemleri içeriyordu.
Bölgesel Çatışmalar: Çalkantılı bir bölgede yer alan Türkiye’nin bölgesel çatışmaları ve anlaşmazlıkları ele alması gerekiyordu. Atatürk’ün büyük stratejisi, Yunanistan gibi komşu devletlerle barış içinde bir arada yaşamayı teşvik etmek ve bölgesel anlaşmazlıkları çözmek için diplomatik çabaları içeriyordu. Amaç, bölgesel istikrarı sağlamak ve Türkiye’nin toprak bütünlüğünü korumaktı.
Emperyalizm Hayaleti: Birinci Dünya Savaşı sonrasında emperyalist güçlerin bölge üzerinde emelleri vardı ve Türkiye’nin stratejik konumu onu dış etki için potansiyel bir hedef haline getiriyordu. Atatürk’ün stratejisi Türkiye’nin egemenliğini korumak ve dış müdahaleyi azaltmak üzerine kuruluydu. Bu, Türk topraklarını korumak için orduyu modernize etmeyi ve Türkiye’nin bağımsızlığını küresel sahnede savunmayı içeriyordu.
Toplumsal Dönüşümler: Atatürk’ün büyük stratejisi jeopolitiğin ötesine geçmiştir. Dil reformları da dahil olmak üzere köklü toplumsal değişimlere girişti. Türk alfabesi Arap harflerinden Latin harflerine geçerek eğitimi daha erişilebilir hale getirdi ve okuryazarlığı teşvik etti. Modern bir hukuk sistemi ve demokratik kurumlar oluşturmak için hukuki ve siyasi reformlar yapıldı. Bu değişiklikler Ataman geleneklerinden kopmayı ve “Türk” devleti için yeni, laik bir temel inşa etmeyi amaçlıyordu.
Daha çok başlık yazılabilir. Bazıları buraya yazılabilecek olanlar, bazıları da bir blog yazısında yer almaması gereken değerli detayları içerir.
Özünde, Mustafa Kemal Atatürk’ün büyük stratejisi kapsamlı modernleşme, sekülerleşme ve Türk egemenliğinin korunmasına öncelik verilmesini kapsıyordu. Bunu yaparak, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini atmış, ulusun kimliğini ve küresel duruşunu vurgulamış ve gelecek nesiller için Türkiye’nin dış politika paradigmasını temelden şekillendirmiştir.
Dış Politika Paradigmasının ve Büyük Strateji Yaklaşımının Artıları / Eksileri
Büyük stratejilerin bir ülkenin dış politikası için kapsamlı bir çerçeve sağlaması amaçlanır, ancak eleştiriler de yok değildir.
Büyük stratejilere yönelik önemli bir eleştiri, zaman zaman amaçlanan hedeflere ulaşmada başarısız olmalarıdır. Bunun nedeni genellikle bu tür stratejilerin karmaşık siyaset dünyasına geniş ve bütüncül bir bakış açısı gerektirmesidir. Çok çeşitli meseleleri ele almaya çalışırken, büyük stratejiler bazen karmaşık uluslararası ilişkileri aşırı basitleştirebilir ve potansiyel olarak ters etki yaratacak tepkilere yol açabilir.
Ayrıca, dış politika kararları özünde özneldir. Bu kararlar, karar alma sürecine kendi ideolojilerini ve değerlerini katan politika yapıcılar tarafından alınır. Bu öznellik büyük stratejilerin rasyonel ve objektif bir şekilde uygulanmasını engelleyebilir. Kapsamlı ve rasyonel bir strateji hazırlanmış olsa bile, bunun hükümet bürokrasisinin çeşitli katmanlarından geçmesi istenmeyen çarpıklıklara yol açabilir.
Demokratik sistemler bağlamında, büyük stratejilerin benimsenmesi kendi zorluklarını beraberinde getirebilir. Bu sistemler genellikle partizan anlaşmazlıklar, farklı çıkar grupları ve halkın desteğini kazanmak için çabalayan çok sayıda seçilmiş yetkili ile karakterize edilir. Kısa vadeli siyasi mülahazalar büyük bir stratejinin uzun vadeli hedeflerinin önüne geçebilir ve bu da birleşik bir ulusal çıkar sağlamayı zorlaştırır.
Ayrıca, uluslararası siyaset dünyası dinamiktir ve sürekli değişmektedir. Büyük stratejiler statik belgeler değildir; değişen koşullara sürekli uyarlanmaları gerekir. Hükümetler içindeki bürokratik mekanizmalar, politikaların düzgün bir şekilde yürütülmesini sağlamak üzere tasarlanmış olsalar da her zaman bu değişikliklere hızlı bir şekilde yanıt verecek kadar çevik olmayabilirler. Bu durum, büyük bir stratejinin pratik, uygulanabilir politikalara dönüştürülmesinde zorluklar yaratabilir.
Ancak, büyük bir stratejinin özünü açıklığa kavuşturmak önemlidir. Günlük karar alma süreçleri için ayrıntılı bir operasyonel el kitabı değildir. Bunun yerine, kararların dayandırılacağı kavramsal bir temel sunarak yol gösterici bir pusula görevi görür. Acil kullanım için özel talimatlar sağlamasa da büyük bir strateji öngörülemeyen olaylar ortaya çıktığında politika önceliklerinin belirlenmesinde hayati bir rol oynar.
Bir dış politika paradigmasının ve büyük stratejinin kamuoyuna açıklanması ek faydalar sağlayabilir. Bir liderin performansının değerlendirilebileceği bir ölçüt sağlayarak hesap verebilirliğini artırır. Ayrıca bir liderin niyetlerini hem yerli hem de yabancı kitlelere iletme aracı olarak hizmet eder ve eylemlerinin daha net anlaşılmasını sağlar.
Dış Politika Paradigmaları ve Büyük Stratejiler Ne Zaman Değişir?
Dış politika paradigmalarını ve büyük stratejileri değiştirme süreci, çeşitli faktörlerden etkilenen çok yönlü bir süreçtir. Hükümetlerin yeni bir paradigmaya geçmesi için önemli bir katalizör, mevcut paradigmanın etkisiz olduğunun kanıtlanmasıdır. Bu durum, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında Mustafa Kemal Atatürk’ün yaklaşımındaki değişim incelenerek örneklendirilebilir.
1. Eski Paradigma ve Strateji Artık İşe Yaramadığında
Mustafa Kemal Atatürk genç Türkiye Cumhuriyeti’ne liderlik ettiğinde bir dizi karmaşık zorlukla karşı karşıyaydı. Bunlar arasında I. Dünya Savaşı sonrası, Ataman İmparatorluğu’nun çöküşü, bölgesel çatışmalar ve emperyalizmin yaklaşan hayaleti yer alıyordu. Vizyonu, acil politika tercihlerinin ötesine geçerek daha geniş toplumsal dönüşümleri kapsıyordu. Atatürk kapsamlı bir reform programı başlatarak dilde, eğitimde, yasal sistemlerde ve siyasi yapılarda değişiklikler yapmıştır.
Ancak, Atatürk’ün başlangıçtaki dış politika paradigması ve büyük stratejisinin tüm yönleri uzun vadede etkili olmamıştır. Genç Türkiye Cumhuriyeti kendisini modern ve bağımsız bir ulus olarak kurmaya çalışırken bölgesel dinamikler ve uluslararası baskılarla karşılaştı. Atatürk, orijinal stratejisinin bazı yönlerinin ayarlanması gerektiğini fark etti.
Kayda değer bir örnek, Batılı güçlerle ilişkileri dengeleme ve Türkiye’nin egemenliğini koruma ihtiyacıydı. Başlangıçta Atatürk, genç Cumhuriyet’e destek sağlamak için Türkiye’yi Batılı güçlerle aynı hizaya getirerek Batı yanlısı bir yönelim izlemiştir. Ancak, küresel siyaset geliştikçe, Türkiye’nin çıkarlarını etkin bir şekilde korumak için uluslararası ilişkilerini çeşitlendirmesi gerektiğini gördü.
Atatürk’ün strateji değişikliği, ülkenin ittifaklarını ve diplomatik angajmanlarını yeniden değerlendirmeyi içeriyordu. Batı ile pragmatik bir uyumu sürdürürken, Sovyetler Birliği ve komşu ülkeler de dahil olmak üzere diğer bölgesel aktörlerle ilişkileri dengelemeye çalışan bir tarafsızlık politikası da izlemiştir.
Atatürk’ün yaklaşımındaki bu değişiklik, liderlerin mevcut yaklaşımın artık uluslarının çıkarlarına tam olarak hizmet etmediğini fark ettiklerinde dış politika paradigmalarını ve büyük stratejilerini nasıl değiştirebileceklerini örneklemektedir. Gelişen uluslararası dinamiklere uyum sağlamanın, egemenliği korumanın ve sürekli değişen jeopolitik manzaraya cevap vermenin önemini vurgulamaktadır.
2. Liderler ve Rejim Tipleri Değiştiğinde
Liderlik değişimleri ister seçimlerle ister rejim tiplerindeki değişikliklerle olsun, dış politika paradigmaları ve büyük stratejiler üzerinde derin bir etkiye sahiptir. Bu olgu hem demokratik hem de demokratik olmayan devletlerde görülmektedir ve bu tür değişimlerin içerdiği dinamikler Türk siyaseti bağlamında örneklendirilebilir.
Türk siyasetinde liderlik değişimleri tarihsel olarak dış politika yaklaşımlarındaki değişimlerle ilişkilendirilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatının ardından İsmet İnönü ülkenin ikinci cumhurbaşkanı olmuştur. Bu geçiş, Türk dış politikasında önemli bir dönüm noktası olmuştur. Atatürk’ün tarafsızlık doktrini ve Batılılaşmaya odaklanmasıyla karakterize edilen dış politika paradigmasını, İnönü’nün daha pragmatik yaklaşımı takip etti.
İnönü’nün liderliği, Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında Batılı güçlerle, özellikle de ABD ile uyum politikasına doğru bir kaymaya tanık olmuştur. Bu değişimin nedeni değişen uluslararası ortam ve iki kutuplu dünya düzeni karşısında Türkiye’nin stratejik çıkarlarıydı. Truman Doktrini ve ardından gelen Marshall Planı Türkiye’ye ekonomik ve askeri yardım sunarak Batı’ya bağlı bir ülke olarak konumunu sağlamlaştırmıştır. Tabi bu yardımların ve ittifakların doğurduğu sonuçlar bugün malumdur.
Benzer şekilde, Türk siyasetindeki lider değişiklikleri her zaman önceki dış politika paradigmalarından tamamen uzaklaşılmasıyla sonuçlanmamış, ancak genellikle önceki stratejilerin unsurlarını içermiştir. Bu incelikli yaklaşım, yeni liderlerin kilit ittifakları ve ilişkileri korurken değişen küresel dinamiklere uyum sağlamasına olanak tanımaktadır.
Ayrıca, liderlik değişimlerinin etkisi ve dış politikaya yansımaları, kazanan koalisyonun büyüklüğüne ve rejimin türüne bağlı olarak değişebilir. Kazanan koalisyonun nispeten daha büyük olduğu Türkiye gibi demokratik devletlerde liderlik değişimleri seçim süreçleriyle kolaylaştırılır. Bir rakibi destekleyen bireylerin yeni kazanan koalisyona dahil edilme olasılığı daha yüksek olduğu için liderlik değişimi daha az risklidir. Bu da liderleri daha geniş bir seçmen kitlesine hitap eden politikalar izlemeye teşvik eder ve potansiyel olarak uluslararası siyasi ve ekonomik iş birliğini teşvik eder.
Buna karşılık, daha küçük kazanan koalisyonlarla karakterize edilen otoriter rejimlerde, liderlik geçişleri genellikle dış ilişkiler alanında daha büyük bir politika oynaklığına yol açar. Bu dalgalanma, otoriter yönetimin dinamiklerini tanımlayan birkaç temel faktörden kaynaklanmaktadır.
İlk olarak, bu tür rejimlerde gücün dar bir elit çevrede yoğunlaşması, yeni liderlerin karar alma süreçleri üzerinde önemli ölçüde kontrol sahibi olmalarını sağlar. Kontrol ve dengelerin dış politikadaki radikal değişimleri kısıtlayabildiği demokratik sistemlerdeki daha yaygın güç yapılarının aksine, otoriter liderler köklü değişiklikleri nispeten kolaylıkla uygulayabilirler.
İkinci olarak, otoriter liderler sıklıkla çekirdek yönetici grubun içinden çıkarlar ve bu da onlara rejimin iç işleyişine aşinalık kazandırır. Mevcut güç yapısı hakkındaki bu yakın bilgi, otoriteyi hızla sağlamlaştırmalarını ve politika değişikliklerini yürürlüğe koymalarını sağlar. Bu liderlerin rolleri için selefleri tarafından yetiştirilmiş olmaları da yaygındır, bu da rejimin hedefleri açısından bir dereceye kadar sürekliliğe yol açabilir.
Bununla birlikte, kendilerini seleflerinden ayırma arzusu yeni otoriter liderler için güçlü bir teşvik unsuru olmaya devam etmektedir. Otoritelerini sağlamlaştırmak ve etkili bir imaj yansıtmak için önceki yönetimle tezat oluşturan dış politika pozisyonları benimseyebilirler. Bu tür değişimler hem yerel hem de uluslararası kaygılarla motive edilebilir. Yurtiçinde yeni liderler, kendilerini değişimin temsilcileri olarak sunarak ve önceki rejimle ilişkilendirilen politikalardan uzaklaşma sözü vererek popülaritelerini artırmaya çalışabilirler. Uluslararası alanda ise diplomatik ilişkileri yeniden müzakere etmeyi, ülkeyi küresel sahnede yeniden konumlandırmayı veya vizyonlarına daha yakın yeni ittifaklar kurmayı hedefleyebilirler.
3. Kamuoyu ve Siyasi Koalisyon Politikaları Etkilediğinde
Kamuoyu ve siyasi koalisyonların dış politika kararları üzerindeki etkisi, genellikle yeniden seçilme zorunluluğu ve seçmen tepkilerinin beklentisi tarafından yönlendirilen karmaşık bir etkileşimdir. Robert Putnam’ın İki Seviyeli Oyun teorisi, bir liderin iç siyasi koalisyonunun dış politika tercihlerini nasıl derinden etkileyebileceğini açıklamaktadır. Liderler, ülke içinde destek toplamak ile uluslararası arenada nüfuz sahibi olmak arasındaki hassas dengeyi sağlamak zorundadır.
Siyaset biliminin ortaya koyduğu üzere, seçilmiş temsilcilerin başlıca amacı yeniden seçilmeyi güvence altına almaktır. Bu temel amaç, politikacıların karar alma süreçlerinin temelini oluşturur. Yeniden seçilme şanslarını tehlikeye atacak politikalar izlemenin siyasi açıdan zararlı olabileceğinin son derece farkındadırlar. Sonuç olarak, siyasi liderler yasa koyucuların çoğunluğunun desteğini alma ihtiyacını göz önünde bulundurarak hangi konuları savunacaklarını, politika önerilerini nasıl çerçeveleyeceklerini ve hangi stratejileri kullanacaklarını dikkatle değerlendirmelidir.
Özellikle, belirli politikalara yönelik kamuoyu desteği ile politika yapıcıların kararları arasındaki bağlantı her zaman açık değildir. Araştırmalar, halkın tercihleri ile politika tercihleri arasında doğrudan bir bağlantı olduğuna dair sınırlı kanıt göstermiştir. Bunun yerine, yasa koyucular, kararlarının rakipleri tarafından kendilerine karşı nasıl kullanılabileceği veya gelecek seçimlerde nasıl istismar edilebileceği konusunda daha duyarlı görünmektedir.
Uygulamada, politika yapıcılar kararlarını potansiyel seçim sonuçlarına göre ayarlama eğilimindedirler. Eğer mevcut bir dış politikaya verdikleri desteğin seçmenlerin olumsuz tepkilerine yol açabileceğini öngörüyorlarsa, bu politikayı halkın hissiyatına daha yakın olacak şekilde değiştirmek için motive olabilirler. Tersine, eğer liderler seçmenlerinin dış politika konularında güçlü fikirlere sahip olmadığını algılarlarsa ve bu ilgisizliğin seçim dönemi boyunca devam etmesi bekleniyorsa, politika değişikliklerini savunmaya daha az eğilimli olabilirler.
Kamuoyu, siyasi koalisyonlar ve politika yapıcıların seçim kaygıları arasındaki bu incelikli etkileşim dış politikanın gidişatını şekillendirir. Liderler ideolojik tercihlerini ve ülkenin dünyadaki rolüne ilişkin vizyonlarını yansıtan politikaları yürürlüğe koymaya çalışırken, siyasi destek kazanma ve sürdürmenin pratik zorunluluklarıyla da mücadele etmek zorundadırlar. Sonuç olarak liderler, yasa koyucular ve seçmenler arasında dinamik ve çoğu zaman karmaşık bir ilişki ortaya çıkar; dış politika kararları yalnızca halkın tercihleri tarafından yönlendirilmez, aynı zamanda seçimin yansımaları beklentisinden de etkilenir.
Şimdi bunu daha açık hale getirmek için Türkiye’den bir örnek düşünelim.
Suriye’deki çatışmaların tırmanması ve milyonlarca mültecinin Türkiye’ye sığınmasıyla birlikte ülke eşi benzeri görülmemiş bir insani ve sosyo-ekonomik zorlukla karşı karşıya kaldı. Mülteci akını Türkiye’nin kaynakları, altyapısı ve sosyal dokusu üzerinde büyük bir baskı oluşturdu. Hükümet bir yandan bu mültecilerin ihtiyaçlarını karşılarken bir yandan da bu büyük ölçekli göçün yansımalarıyla boğuşan kendi vatandaşlarının endişelerini yönetmek zorunda. Ne kadar başarıldı… soru işareti.
Ekonomik zorlanma çok büyüktü. Türkiye mülteciler için gıda, barınma, sağlık ve eğitim için kaynak ayırmak zorunda kaldı. Bu mali yük ulusal bütçeyi etkiledi ve bazı durumlarda, yerel topluluklar mülteci krizinin kamu hizmetleri ve iş fırsatları üzerindeki etkisini hissettikçe sosyal gerilimlere yol açtı.
Ayrıca, Türk toplumunun sosyal dinamikleri de önemli değişikliklere uğramıştır. Farklı kültürel, dilsel ve dini geçmişlere sahip çeşitli bir mülteci grubunun varlığı yeni karmaşıklıkları da beraberinde getirmiştir. Entegrasyon çabaları ve sosyal uyum, hükümet için çok önemli hususlar haline geldi.
Bu bağlamda, Suriye’deki çatışmayla ilgili dış politika kararları bu iç zorluklardan bağımsız olarak alınmadı. Türk liderler Suriye’deki dış politika hedefleri ile milyonlarca mülteciye ev sahipliği yapmanın gerçekleri arasında denge kurmak zorunda kaldı. Hükümetin Suriyeli muhalif grupları desteklemek, bölgesel aktörlerle müzakere etmek ve sınır güvenliğini yönetmek gibi çeşitli konulardaki duruşunun mülteci krizi ışığında değerlendirilmesi gerekiyor.
Sınırların eleğe dönmesinin Türk kimliği üzerindeki etkisi de derin oldu. Mülteci krizi, Türk olmanın ne anlama geldiği ve ulusun hem vatandaşlarının hem de mültecilerin ihtiyaç ve isteklerine nasıl cevap vermesi gerektiği konusunda tartışmalara yol açtı. Bu tartışmalar kültür, din ve ulusal kimlik konularını da kapsadı ve kamuoyunu ve siyasi koalisyonları etkiledi.
4. Stratejik Dış Politika Kaynaklı Değişiklikler Devreye Girdiğinde
İster tehdit ister fırsat olarak algılansın, dış değişiklikler bir hükümetin dış politikasını şekillendirmede önemli bir rol oynar. Arap Baharı örneği, Orta Doğu’nun jeopolitik manzarasındaki değişimlerin nasıl farklı şekillerde yorumlanabileceğini göstermektedir. Bazıları bu değişiklikleri İsrail’in ulusal güvenliğine yönelik bir tehdit olarak görürken, diğerleri İsrail’in Arap dünyası ve siyasal İslam ile ilişki kurması ve barış sürecini ilerletmesi için bir fırsat olarak değerlendirmiştir. Bu durum, dış olayların bir ülkenin dış politika tercihleri üzerindeki etkisini göstermektedir.
Günümüze gelelim. Fikir beyan etmek istemediğim çünkü çok bariz bir konu olan İsrail – Filistin çekişmesine dokunmadan konuyu hafifçe örneklendirelim.
Dahası, bir ülkenin karşı karşıya olduğu dış tehditlerin niteliği zaman içinde değişir. İsrail örneğinde, dış politikasına tarihsel olarak güvenlik kaygıları hâkim olmuş ve bu da uluslararası ittifaklar kurmaya odaklanmasına yol açmıştır. Ancak İsrail’in askeri gücü ve bölgesel etkisi arttıkça bu tehditlerin niteliği de değişmiştir. Bu dönüşüm, İsrail’in yalnızca askeri araçlara güvenmek yerine daha diplomatik bir yaklaşım benimsemesi gerektiği konusunda hem ülke içinde hem de uluslararası alanda tartışmalara yol açmıştır.
Bir diğer kritik faktör de uluslararası sistemin yapısıdır. Uluslar büyük stratejilerini, ittifaklar ve daha güçlü devletlerin etkisiyle şekillenen ulusal çıkarlarıyla uyumlu olacak şekilde düzenlerler. Uluslararası sistemin çok kutuplu ya da tek kutuplu olması bir ülkenin stratejik tercihlerini önemli ölçüde etkileyebilir. Çok kutuplu bir sistemde ülkeler çeşitli büyük güçler ve ittifaklarla ilişki kurma esnekliğine sahiptir ve bu da onlara daha fazla stratejik seçenek sunar.
Örneğin İsrail’in ABD ile ilişkisi tarihsel olarak yakın olsa da zaman içinde evrim geçirmiştir. Soğuk Savaş döneminde ittifakın temelinde Amerika’nın Orta Doğu’da bir müttefike sahip olma isteği yatıyordu. Ancak günümüzde ABD içindeki iç siyasi baskılar bu ilişkinin şekillenmesinde daha önemli bir rol oynamaktadır. Bu ittifak içindeki değişen dinamikler İsrail’in pazarlık pozisyonunu etkilemekte ve Amerika’nın İsrail ile iş birliğindeki çıkarlarını potansiyel olarak etkileyebilmektedir.
5. Bir “siyah kuğu” olayı meydana geldiğinde
Nassim Taleb tarafından ortaya atılan “siyah kuğu” olayı kavramı, öngörülemeyen ve son derece etkili olayların karmaşık dünyamızın doğal bir parçası olduğu fikrinin altını çizmektedir. Hem bireylerin hem de grupların bu tür olayları tahmin etme becerilerindeki epistemik sınırlamaları vurgulamaktadır. İster Avrupa’da ister Atatürk sonrası dönemde olsun, hiçbir büyük strateji gelecekteki tüm gelişmeleri kapsamlı bir şekilde öngöremez. Bu nedenle başarılı bir ana strateji geniş ve uyarlanabilir olmalı, liderlerin ve hükümet yetkililerinin dış politika kararları alırken kaçınılmaz olarak karşı karşıya kaldıkları belirsizlikleri hesaba katacak şekilde tasarlanmalıdır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulması ve yeni bir ulus-devletin ortaya çıkması gibi öngörülemeyen ve nadiren görülen “siyah kuğu” olayları, bir ulusun büyük stratejisini şekillendirmede dönüştürücü güçler olarak hizmet edebilir. Örneğin, Atatürk’ün vizyoner liderliği ve 20. yüzyılın başlarında modern Türkiye’nin kurulması, Türkiye’nin dış politikasını önemli ölçüde etkileyen çığır açıcı bir olaydır. Ataman İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş, Türkiye’nin uluslararası ilişkilerinin ve önceliklerinin yeniden değerlendirilmesini gerektiren aykırı bir olaydı.
Bu tür öngörülemeyen ve oyunun kurallarını değiştiren olayların ardından devletler genellikle geriye dönük analizler yapar ve stratejilerini buna göre uyarlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda, çok etnikli bir imparatorluktan tek etnikli bir ulus-devlete geçiş, dış politika paradigmalarında temel bir değişimi gerektirmiştir. Türkiye, diğer ülkelerle yeni diplomatik ilişkiler kurmaya, uluslararası arenadaki yerini yeniden tanımlamaya ve karmaşık jeopolitik zorlukların üstesinden gelmeye odaklanmıştır.
Liderlerin ülkelerinin dış politika paradigmalarını nasıl değiştirdiklerini anlamak, uluslararası ilişkiler alanında merkezi bir öneme sahiptir. Atatürk örneğinde bu süreç, dinamik jeopolitik manzara ve bölgenin tarihsel önemi göz önüne alındığında özellikle önemlidir.
Uluslararası ilişkiler alanında yapılan çalışmalar dış politika karar alma sürecinin çeşitli yönlerini incelemiştir. Bazıları liderlerin rolünü hem yerel hem de uluslararası rasyonel çıkarlarını ve bilişsel önyargıların seçimlerini nasıl etkileyebileceğini araştırmıştır. Türkiye bağlamında, Atatürk gibi liderler Türk devletinin hayatta kalması ve modernleşmesi için derin bir bağlılık göstermişlerdir.
Buna ek olarak, devlet kurumlarının ve bürokrasinin dış politikanın şekillenmesindeki rolü de göz ardı edilmemelidir. Türkiye’de emperyal bir yapıdan cumhuriyetçi bir yapıya geçiş, devlet kurumlarının rolünü ve politika kararları üzerindeki etkilerini vurgulayan muazzam bir dönüşüm olmuştur.
Nispeten daha az dikkat çeken bir husus, düşünce kuruluşlarının Atatürk bölgesinde iç ve dış politika üzerindeki etkisidir. Tıpkı Avrupa’da olduğu gibi, düşünce kuruluşları kilit meselelere ilişkin özlü analizler sunma, politika yapıcıların karmaşık uluslararası ilişkilerde yollarını bulmalarına yardımcı olma ve politika seçeneklerine ilişkin alternatif perspektifler sunma konularında kritik bir rol oynamaktadır. Kamu söyleminin şekillenmesine katkıda bulunurlar ve dış politika paradigmalarını etkileyen fikirleri teşvik edebilirler. Bölgedeki düşünce kuruluşları, sürekli değişen uluslararası ortamda uyarlanabilir stratejilere duyulan ihtiyacı yansıtacak şekilde, daha geniş bir perspektif ve politika uygulamalarına ilişkin derinlemesine değerlendirmeler sunma konusunda önemli bir rol oynamaktadır.
Sonuç:
Uluslararası ilişkiler alanında, hükümetler tarafından yapılan açıklamalar ile daha sonra ortaya çıkan eylemler arasında sürekli bir gerilim vardır. Bir lider ister çatışma tehdidinde bulunsun isterse uluslararası anlaşmalar taahhüt etsin, bu beyanların samimiyeti konusunda belirsizlik vardır. Ancak, bu tür açıklamaların, anlaşmaların ve deklarasyonların sadece retorikten ibaret olmadığını, dış politika alanında çok önemli sinyal araçları olduğunu kabul etmek gerekir.
Bu niyet ifadeleri kendi başlarına önemli eylemler olarak hizmet ederler. Liderlerin takip edecekleri hedefleri belirler, eylemlerinin değerlendirilebileceği ölçütler sağlar ve uluslararası sahnede hem müttefiklere hem de düşmanlara mesajlar iletirler.
Dış politika paradigmaları, karmaşık uluslararası ortamın her nüansına hitap edemese de bir ülkenin dış ilişkilerinin stratejik planlaması için vazgeçilmezdir. Bir ülke dış politikasını tepkisel olarak yönetebilir, olaylara vaka bazında yanıt verebilirken, ulusal gücün en üst düzeye çıkarılması gibi belirli hedeflere ulaşmada gerçek etkinlik, büyük bir stratejinin sağladığı çerçeveyi gerektirir. İstenen sonuçları verme olasılığı daha yüksek olan politikalara öncelik vermek için sistematik bir yaklaşım sunar.
Bu paradigmalar, politika yapımının çeşitli yönleri arasında köprü kuran bir mihenk taşı işlevi görür. Dış ve iç politika hedeflerini uyumlu hale getirerek bir ulusun uluslararası sistemin karmaşık ve birbiriyle ilişkili politikalar ağı içinde çıkarlarını yönlendirmesini sağlarlar. Dahası, kaynak tahsisine yardımcı olarak acil ihtiyaçlar ile uzun vadeli stratejik hedefler arasındaki hassas dengeyi kolaylaştırırlar.
Bu çeşitli mekanizmaların bir araya gelmesi, günlük karar alma süreçlerinin çok yönlü manzarasında gezinmek ve bunları bir ulusun kalıcı ulusal çıkarlarıyla uyumlu hale getirmek için paha biçilmez bir referans noktası olarak hizmet eden bir dizi yol gösterici ilke oluşturur. Özünde, dış politika paradigmaları ve bunları hayata geçirmek için tasarlanan stratejiler kusursuz ya da hatasız politika yapımını garanti etmez. Yine de, uluslararası ilişkilerin karmaşık zorluklarını ele almak ve bir ulusun uzun vadeli refahını ve isteklerini korumak için yapılandırılmış ve stratejik bir yaklaşım sunarak tartışmasız bir şekilde hayırlı bir başlangıç noktasını temsil ederler.
Şimdi size düşünmeniz için bazı sorularım var:
1. Türkiye’nin değişen dış politika paradigmaları önümüzdeki yıllarda bölgesel ve küresel jeopolitikteki rolünü nasıl etkileyebilir?
2. Hangi dış değişiklikler ve “siyah kuğu” olayları yakın gelecekte Türkiye’nin büyük stratejisini ve dış politika kararlarını potansiyel olarak etkileyebilir?
3. Türkiye iç siyaseti ile dış politika kararları arasındaki karmaşık etkileşimi nasıl yönetmiştir ve bunun ülkenin uluslararası ilişkilerde gelecekte izleyeceği yön üzerinde ne gibi etkileri olabilir?
4. Türk düşünce kuruluşları ve kurumları dış politikayı etkilemede nasıl bir rol oynamaktadır ve gelecekte bu rolleri nasıl değişebilir?
5. Mülteciler, ekonomik ve sosyopolitik dinamikler ile ilgili süregelen zorluklar göz önüne alındığında, Türkiye önümüzdeki yıllarda dış politikasını bu karmaşık meseleleri ele alacak şekilde nasıl uyarlayabilir?
6. Türkiye’nin dış politika paradigması, Suriye, İran ve daha geniş Orta Doğu ile ilgili konular da dahil olmak üzere yakın bölgesindeki değişen dinamikleri daha iyi ele almak için ne ölçüde değiştirilebilir veya iyileştirilebilir?
7. Türkiye’nin ABD ve Rusya gibi büyük güçlerle ilişkileri dış politika tercihlerini nasıl etkilemektedir ve bu ilişkilerdeki olası değişiklikler Türkiye’nin gelecekteki yönünü nasıl etkileyebilir?
8. Tarihsel bağlam ve Mustafa Kemal Atatürk’ün mirası göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye’nin dış politika paradigmalarının hangi unsurlarının sabit kalması muhtemeldir ve önümüzdeki yıllarda nerelerde sapmalar veya yenilikler görebiliriz?
9. Türkiye, özellikle çok kutuplu bir dünyada, gelişen uluslararası sistemin sunduğu karmaşık zorlukları ve fırsatları aşmak için hangi stratejileri kullanabilir?