​Gündem
Photo of author

‘Oppenheimer’ Film Analizi: İddialı ama Derin Kusurlu “Nolan”

Filmin gişe başarısı tartışılamaz ama film ne kadar iyi?

Bu yaz sinemaseverleri heyecanlandıran gişe rekorları kıran filmlerden çok azı (aslında sadece bir tanesi) Universal’ın “yönetmeni” Christopher Nolan’ın Oppenheimer biyografisi kadar içgüdüsel ve sürekli bir heyecan yarattı (Doğam gereği Barbie’yi izlemeye gitmeyeceğimden dolayı, lütfen kimse bu yorumuma darılmasın). Oppenheimer, 20. yüzyılı yorumlamak için 21. yüzyılın en önemli yıldızlarından bir filo harmanlanarak kurgulanmış özenli bir film. Filmin merkezine karmaşık bir tarihi figür ve gemiyi yöneten özgün bir “lider” yerleştirilmiş. Ürün, temel özellikleriyle yılın filmi söylemine aylarca hükmedecek bir yaz gişe filminin tüm özelliklerine sahip.


Hatta bu kadronun bir araya gelmesi için Hollywood’un geri plandaki sahiplerinin özel bir çalışma yaptığını anlamak, o arka planın “okült” yapısını bilenler için oldukça basit. Ancak Oppenheimer, tüm patlayıcı ihtişam anlarına ve şaşırtıcı derecede güçlü bireysel performanslara rağmen; bir bütün olarak, gerçek olanı bulmak yerine bilge bir psikanaliz performansına odaklanan, sanki bir hikaye anlatıcısının gözünden anlatılmış, çılgın ve hatta kaotik bir çeşitleme resmi çiziyor.

Kai Bird ve Martin J. Sherwin’in, 2005 tarihli American Prometheus: The Triumph and Tragedy of J. Robert Oppenheimer adlı biyografiden esinlenen Oppenheimer, filme adını veren teorik fizikçinin atom bombasının geliştirilmesindeki rolüyle insanlık tarihinin en çok övülen, nefret edilen ve kötü şöhretli adamlarından biri haline gelmesine yol açan olayları anlatıyor.

Oppenheimer, enerjisinin çoğunu İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD’nin nükleer silah geliştirme yarışını ve sonrasında Oppenheimer’ın nükleer silahların yayılmasının önlenmesini savunmaya başlamasıyla yaşadığı siyasi “serpintiyi” anlatmaya ayırıyor. Aslına bakarsanız bu “serpinti”, söz konusu dönemin süper gücünün iç çekişmelerini gösterdiğinden nükleer bir bomba kadar tehlikeli.

Amerikan Prometheus’u gibi, Nolan’ın yeni filmi de Oppenheimer’ın şöhret öncesi günlerinde ne tür bir kendine özgü, cinsel açıdan hayal kırıklığına uğramış ve politik olarak angaje bir insan olduğunu göstermenin önemini anlatıyor (ki bu beni oldukça şaşırttı). Bu dönem kendisinin ve zekasının başkaları üzerinde ne kadar etkili olabileceğini hala öğrendiği bir döneme denk geliyor.

Oppenheimer (Cillian Murphy); Gray Board tarafından sorguya çekilmeden, Time dergisinin kapaklarını süslemeden ya da Los Alamos, New Mexico’daki Manhattan Projesi laboratuvarını yönetmeden çok önce sanat ve bilimde anlam arayan son derece zeki ama oldukça da garip bir genç adam-mış.

Oppenheimer, 1904 yılında Manhattan’ın üst sınıfında hızla yükselen Alman Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Hiç kimse bahsetmese de muhtemelen kendisi Eşkinaz ve Türk kökenli. Babası Julius Oppenheimer, Almanya’nın Hanau kasabasından gelmiş ve akrabalarının küçük bir tekstil ithalat işini yürütmesine yardımcı olmak için New York’a gençken – parasız ve tek kelime İngilizce bilmeden – gelmiş bir profil olarak tanımlanabilir.  Zamanla şirkette tam ortaklığa kadar yükselmiş, kültürlü bir kumaş tüccarı olarak ün kazanmış ve bir başka Alman-Yahudi ailesinden 1840’larda Baltimore’a yerleşmiş bir ressam olan Ella Friedman’a aşık olmuş ve evlenmişler. Sonrası malum.

oppenheimer crew cast

İlk İzlenimler

Oppenheimer, filmde ele alınış şekliyle ünlü öznesini hem eksantrik zihnine rağmen hem de eksantrik zihni nedeniyle, etrafındaki herkesi çeşitli eylemlere zorlayan (bir tür canlandırıcı enerjiyi doğuştan yayan) insan katalizörü olarak çerçevelemiş. Sanırım Oppenheimer’ın nihai eşi olan sert botanikçi ve yüksek işlevli alkolik Katherine “Kitty” Puening (Emily Blunt) ve uzun süreli metresi olan depresif psikiyatrist Jean Tatlock (Florence Pugh) gibi insanları onun yörüngesine ilk çeken de bu enerji olmuş olmalı.

Bu enerji aynı zamanda akademide yükseldiği yıllarda pek çok akranının ona liderlik etmesi için yönelmesini sağlayan “şey” de olabilir. Tabi filmde çok bahsedilmese de Oppenheimer muhtemelen 140+ zeka puanının üzerinde zekaya sahip bir akademisyen ki bu onu zeka skalasında %0.1’lik ölçeğe yerleştiriyor. Onu muhtemelen Manhattan Projesi’ne güç verecek beyin takımını oluşturmaya başladığında, Tümgeneral Leslie Groves’un (Matt Damon) radarına sokan şeyin önemli bir parçası da bu zeka türeviydi.

Film, Oppenheimer’ın solcu siyasi hassasiyetlerinin ve gençliğinde işçi örgütleriyle yaşadığı deneyimlerin yetişkinlikteki dünya görüşünü nasıl etkilediğini göstermeye çalışırken, aynı zamanda aşk hayatını ve Oppenheimer’ın akranlarının onu hem bir tehdit hem de örnek alınacak biri haline getiren mesleki kıskançlıklarını da (filmin süresi yettiğince) irdeliyor.

Yine de tüm bunlar, filmin 50’li yılların ortalarında, Amerika Birleşik Devletleri Atom Enerjisi Komisyonu üyesi Lewis Strauss’un (Robert Downey Jr.) Oppenheimer’ın güvenlik iznini elinden almak ve onu halkın gözünden düşürmek için tasarlanan duruşmaları yönettiği sırada geçen hızlı sahneleri için son derece önemli bir bağlam oluşturuyor.

Özellikle filmin son kısmında bu süreçten büyük keyif aldığımı söylemeliyim.  Mesela akademik etiğin bir dostu satmamak için her türlü politikaya karşı çıkışı filmde gösterildiği üzere, tarihi arşivlerde de kayıt altına alınış durumda. Muhtemelen atom bombasını üreten bilim adamlarının teknik bilgisi kadar, iş disiplinleri, azimleri ve doğru ile gerçek arasındaki farkın önemine özel yaşamlarında da inanıyor olmalarıydı.Ülkemizde kendisini “inanmış” olarak adleden omurgasız insanların ve onları üreten sosyolojik yapının bizi ne kadar yorduğunu bir Hollywood filminde fark etmek gerçekten farklı bir tecrübeydi.

Ancak Oppenheimer bir kısa, yoğun, aşırı pıtırtı dolu sahneden bir diğerine atlamaya o kadar meyilli ki, Nolan sanki çok ama çok fazla görüntü çekmiş ve sonuçta tutarlı bir filmle sonuçlanan zincirleme bir anlatı reaksiyonu başlatmak için gerekli olanları değil de kendisine etkili gelen anları seçmiş gibi hissettiriyor.

Bu özellikle talihsiz bir durum çünkü Oppenheimer’ın oyuncularının çoğu – özellikle Blunt, Damon ve Murphy – karakterlerinin insanlığını ve karmaşıklığını anlatan gerçekten harika, çalışılmış performanslar sergiliyorlar. Rami Malek ve Alden Ehrenreich sırasıyla Los Alamos fizikçisi David Hill ve isimsiz bir senato yardımcısı rollerinde muazzamlar; Dane DeHaan ise ordu subayı Kenneth Nichols rolünde tüyler ürpertici.

Ancak Oppenheimer’ın yapısı nedeniyle, bu performansların neredeyse hiçbiri hak ettikleri alanı kaplamak için yeterli zamana sahip değil ve tam da onlarla rahat ve tam olarak etkileşime geçme şansı bulduğunuzda, film çoktan yoluna devam ediyor.

Besteci Ludwig Göransson’un müziği çoğu zaman güzel olsa da, film boyunca duygusal vuruşlarla tutarlı bir şekilde akmak yerine, filmin vinyetlerinin sık sık siyaha dönüşmesi gibi girip çıkıyor ve hikaye anlatımının ne kadar kopuk hissettirdiğini vurgulama eğiliminde.

Ancak Oppenheimer’ın sesleri -yani ses tasarımı- tartışmasız filmin en ilginç yönü. Gene de bazı patlama süreçlerinde ve Oppenheimer’in psikanalizine dokundurulan anlarda sesler daha etkileşimli yaratılabilirdi. Tabi bu “bence”. Siz ne dersiniz?


Belli ki saat sınırlamalarından dolayı; Ludwig Göransson, Oppenheimer’ın üç saatlik süresini noktalayan birkaç patlamadan daha fazlasını üretmek “de” istemiş. Mesela Nolan, sakatlamak veya katletmek için tasarlanan cehennemin yalnızca görsel gösterisine odaklanmak yerine, Oppenheimer’ın yaratacağı yıkımın bir kısmını hissettirmek için de Ludwig Göranssonun seslerini kullanmaya çalışıyor. Bu gayet bariz.

Bu yaklaşım film patlamaları tasvir ederken işe yarasa da, filmin ilerleyen bölümlerinde Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombaları atıldıktan sonra sesler gerçekten parlamaya başlıyor. Oppenheimer (Amerikan istisnacılığı fikriyle sarhoş olmuş Amerikalı dostlarıyla çevriliyken) hayatının çalışmasının neyle sonuçlandığı fikrine dehşet içinde sanrılar yaşarken hayret ediyor.Bu anlarda ses tasarımı gerçekten etkili..

Fakat bu kısım bana hiç samimi gelmedi. Atom bombası üreten bir birey neyi nasıl yaptığını bomba patlatıldıktan sonra fark etmez. Bilerek yaptığı şeylerin acısını da patlama olduktan sonra hissetmeye başlamaz. Aslında insanlar sıklıkla yaptıkları her şeyi ne yaptığını bilerek ve isteyerek yapar. Böyle olmadığı sananlar saftır. Bu en basit aşk ilişkisinde de böyledir, atom bombası üretirken de değişmez, aynıdır.

Oppenheimer’ın İkinci Dünya Savaşı sona ererken ABD’nin aldığı kararların arkasındaki kişileri mitleştirmek yerine bu kararların gerçekliğine doğrudan değindiği bazı anlar ise bence filmin en iyi olduğu anlar. Ama sonuçta, bu anlar o kadar az ve birbirinden uzak ki, Oppenheimer her zaman gelişigüzel uygulamalarıyla engellenen bir dizi harika film yapımı fikri bize tek bir film olarak satılmış  gibi hissettiriyor.

oppenheimer scenes

Oppenheimer’ın Olumlu Yönleri

Gördüğüm kadarıyla eleştirmenler “Oppenheimer “ı, Oppenheimer’ın on yıllar boyunca hem kişisel mücadelelerinin hem de mesleki zaferlerinin canlı bir resmini çizen büyüleyici hikaye anlatım tarzı nedeniyle alkışladılar. Aile üyeleriyle yapılan röportajlardan, savaş zamanı laboratuvarlarından arşiv görüntülerine kadar, izleyiciler bu karmaşık adamın hayat yolculuğuna samimi bir bakış atıyor- bu da onun bugün bilim tarihinde neden bu kadar ikonik bir figür haline geldiğini anlamayı kolaylaştırıyor. Standart bir film izleyicisi için oldukça doyurucu bir yapım.

İçgörülü Analizinin sıklıkla kullanımı oldukça ilgi çekici. J Robert, Oppenhimer’ın kariyerindeki başarıları anlatmanın ötesinde, uzmanlar “Oppenhimer “ı, onu bu kadar başarılı kılan şeylere, yani İkinci Dünya Savaşı sırasında Los Alamos Ulusal Laboratuvarı’nda çalıştığı yıllar boyunca geliştirdiği güçlü liderlik becerileriyle birlikte titiz bilimsel araştırmaya olan bağlılığına dair anlayışlı yorumlar sunduğu için övüyorlar.

Bu olumlu görüş bütünleri, nükleer silah teknolojisi geliştirmek gibi kritik bir projede neden baş bilim adamı olarak seçildiğini açıklığa kavuşturuyor. Bugün birçok tarihi belgeselde eksik olan derinlik ve bağlamı da ekliyor (Tabi gerçekte arka planda ne olduğunu sadece Amerikan askeri istihbaratı bilebilir. Onlar bu hikayenin kamuoyuna bu şekilde sunulabileceği şeklinde onay vermişlerdir ve biz de onay verilen kısmın filmleştirilmiş halini izledik)

Son olarak, eleştirmenler “Oppenhimer“in film boyunca görselleri ne kadar iyi kullandığına da dikkat çekiyor. Atom bombalarının geliştirildiği gizli laboratuarlardaki çarpıcı çekimlerden, baba ve oğul arasında ahlak ve sorumluluk üzerine tartışılan dokunaklı anlara kadar her sahne, zaten sürükleyici olan bu hikayeye başka bir katman ekliyor. İster bir kişi hakkında daha fazla bilgi edinmek, ister bilim ve savaşla ilgili daha geniş temaları keşfetmekle ilgileniyor olun; burada dikkatinizi çekecek bir şey bulacağınızı tahmin ediyorum.

Nolan’ın Imax 70mm filmle çekim yapmayı tercih ettiği de göz önüne alındığında, görüntüde boğulabileceğiniz bir ayrıntı derinliği olması şaşırtıcı değil. Bilimsel dehanın kabul görmüş sinematik göstergesi olan “öfkeli karatahta karalama sahneleri” (ki çok severim) hiç de az değil (ama daha fazla detay verilebilirdi). Ancak daha ilginç olan soyut anlar; sanki atomun kalbine giriyormuşuz gibi hissettirilmeye çalışıldığımız anlar hiç fena değil. Daha iyisi olabilir miydi? Evet, bütçeden kısmaya gerek yoktu. Kısmışsınız yemedik.Özür dilerim ama İnstagram’da bile daha kaliteli kuantum fiziği videoları görüyorum.

Setlerin gerilim anlarında sarsılıyor gibi görünmesi de aynı derecede yaratıcı. Oppenheimer’ın dünyası, sinema saloununda harekete geçirilen reaksiyonun şok dalgalarıyla sarsılıyor. Bu hissi laptop karşısında filmi defalarca izleseniz de hissetmeniz mümkün değil. Mutlaka sinemada izlemeli ya da mükemmel bir ev sinema sistemine sahip olmanız gerekir.

Ancak filmde hala en etkili olanı ses ve müzik kullanımı. Jonathan Glazer’ın yakında gösterime girecek olan yeni filmi gibi, bu film de savaşın dehşetinin gösterilmediği ama kaçınılmaz olarak duyduklarımızla aktarıldığı bir film. Ludwig Göransson’un müzikleri ustaca ve değişken, kesinlikle yılın en iyilerinden biri.

Filmin ses ortamında yinelenen bir motif var; buna gürleyen ayakların kreşendosu diyebiliriz. Oppenheimer’ın kariyerinin zirve noktası olan bir zafer ve ihtişam anından alınmış gibi hissettiriyor. Ancak fizikçinin çalışmalarının felaket potansiyeli netleştikçe, her kullanımda artan bir tehdit duygusu da var ki bu hayat ve gerçek.


Oppenheimer Hakkındaki Eleştirilerim

En önemli eleştirilerimden biri, Oppenheimer’ın nükleer silahlar ve daha geniş anlamda uluslararası politika hakkındaki karmaşık siyasi görüşlerini yeterince keşfedememesi. Film yapımcıları büyük ölçüde Oppenheimer’ın atom bombasını yaratmış olmanın verdiği suçluluk duygusuyla kişisel mücadelesine odaklanıyor, ancak İkinci Dünya Savaşı sırasında veya daha sonra Soğuk Savaş dönemindeki çatışmalarda bu bombanın kullanımıyla ilgili zor etik sorularla nasıl boğuştuğunu incelemiyor.

Bu eksiklik, izleyicileri, atom bombasının “babası” olarak tarihteki rolü konusunda neden bu kadar çelişkiye düştüğünü tam olarak anlamadan bırakıyor. 1954’teki bir kongre oturumunda hakkındaki iddiaların kamuoyuna açıklanmasının ardından güvenlik yetkisinin elinden alınmasıyla ilgili kişisel dramaya odaklanmak yerine, bu konulara odaklanarak olduğundan çok daha derinlemesine araştırılabilecek bir alan bomboş bırakılmış.

Normalde bu bahsettiğim alan için ayrı bir film çekilebilir. Tabi Bazı filmlerin devamının çekilmesi komik olabilir. Gönül Titanic 2 de çekilsin istiyor ama malumunuz..

 Buna ek olarak, pek çok eleştirmen “Oppenheimer “ın bu dönemde bilimsel keşiflerle ilgili önemli hususları, örneğin ideolojik farklılıklara ya da eksikliklere rağmen ortak hedefleri doğrultusunda birlikte çalışan bilim insanları arasındaki işbirliğini doğru bir şekilde tasvir edemediğini ileri sürmektedir ki bu durum, araştırmaları için askeri uygulamalar konusunda benzer inançları paylaşıp paylaşmadıklarına bakılmaksızın pek çok önde gelen fizikçinin yan yana çalıştığı Los Alamos Ulusal Laboratuvarı’nda görülebilir.

Ama ben bu noktada eleştiri getirmek istemiyorum. Tekrar edeyim; bu tip filmler askeri istihbaratın incelemesi ve verdiği izinler haricinde yorumlanamaz. Gerçekçi olmak lazım.

 Ayrıca, farklı karakterler arasındaki etkileşimleri tasvir eden bazı bölümlerin abartıldığına ve hatta onları destekleyen kanıtların olmaması nedeniyle tamamen uydurulduğuna inananlar da var. Bu nedenle, Japonya 1945’te kullanılan ilk iki atom bombasının geliştirilmesine yol açan sürecin kapalı kapılar ardında nasıl ilerlediğini anlamaya çalışmak, tüm anlatıyı daha az güvenilir haline getirmiş..

Oppenheimer’da “zaman” çizelge tabanında kendisini tamamen doğrusal hissettirmiyor- özellikle Albert Einstein ile önemli bir karşılaşma gibi filmin geri kalanından kopuk görünen anlar var. Nolan’ın filmlerinin tam olarak çözülmesi için genellikle birkaç kez izlenmesi gerekiyor ve Tenet’in şaşırtma faktöründen yoksun olsa da Oppenheimer da bir istisna değil.

Mesela kadın karakterlerin üstünkörü işlenişi de bu sürece dahil edebiliriz. Oppenheimer’ın metresi Jean Tatlock rolündeki Florence Pugh’a çok az yer veriliyor. J. Robert’ın karısı Kitty Oppenheimer rolündeki Emily Blunt ise ilk iki saatin çoğunu isyan edercesine kadrajın kenarında bir martini tutarak geçiriyor.

Bununla birlikte Emily, filmin ilerleyen dakikalarında birkaç müthiş an yakalıyor: deri yüzen bir sorgulama sahnesi; hanımefendi eşinin sadakatsiz bir meslektaşına karşı düşmanlığının tüm nükleer kışını aktaran sözsüz bir bakış atıyor.. O bakışı iliklerinizde hissedebiliyorsunuz. Ne kadar Emily’nin canlandırdığı profilden tüm seyirciler olarak haz almasak da o anda tüm kadın izleyicilerden bir aferin aldığına eminim.


https://psytify.com/


Sonuç

 Genel olarak “Oppenehimer”, bugün yaşadığımız modern dünyanın şekillenmesine yardımcı olan bir adamın hayatına ilginç bir bakış sunuyor ancak ne yazık ki filmin kapsadığı zaman diliminde gerçekleşen olayların kapsamlı bir analizini sunmakta yetersiz kalıyor ve izleyiciyi burada anlatılan olayların tam bir resminden yoksun bırakıyor.

Tabi siz bu yorumları yoğun psikanaliz, siyaset bilimi ve örgüt kuramı çalışmış bir bireyin gözlemleri olarak değerlendiriniz. Filmi beraber izlediğim insanlar oldukça mutlu ayrıldılar. Öte yandan sinemanın klimasının bozuk oluşu filmi izlemeyi oldukça zorlaştırdı diyebilirim. Her patlama sahnesinde ekranda gördüğümüz patlamanın ısısını oradaymışçasına hissettik. Ayrıca en son bir filme pandemi öncesi gitmiş bir birey olarak sinema içerisindeki içeceklerin ve yiyeceklerin fiyatının sinema film bileti fiyatına eşit olmasını anlamam mümkün değil. Hiçbir gazlı içecek, nachos ya da patlamış mısırın maddi bedeli, 3 saatlik sanat eserinin değeri ile bir ve hatta ondan daha yüksek olmamalı.

Bundan sonra sinema salonlarına eskiden olduğu gibi yalnız bile olsam gitmeyi planlıyorum. Sinema salonunu özleyeceğim hiç aklıma gelmezdi ama öyle olmuş.

Tarihe not düşelim: 04.08.2023

Yorum yapın

Emeğe Saygı :)