​Siyaset Bilimi
Photo of author

Biyolojik Savaş ve Sessiz İstila (2025)

Giriş

Biyolojik Savaşların detayları; insanlık tarihi üzerinden bir yandan uygarlığın gelişimini anlatırken, diğer yandan da insanın kendine zarar verme kapasitesinin nasıl evrimleştiğini sergiler. Bireyler ve toplumlar, üstünlük sağlamak için günün teknolojik imkanlarını her zaman en etkili şekilde kullandılar. Dünya, eski çağlardan beri savaşlara ve meydan okumalara sahne oldu. Yakın tarihte Japonya’ya atılan atom bombaları, ABD’de yaşanan ikiz kule saldırıları gibi olaylar, terörün boyutlarını ve yıkım gücünü tüm dünyaya hatırlattı. Ancak bu tür fiziksel silahların yanı sıra, daha sessiz, daha gizli ve belki de daha tehlikeli bir tehdit var: biyolojik savaş ve biyoterörizm.

Kontrol altındaki hastalık yapıcı (patojen) bakteri, virüs ve mantarların, düşmana karşı üstünlük sağlanması amacıyla kullanılması ihtimali 100 yılı aşkın bir süredir kaygı vermektedir. Devletler ve terör örgütlerinin gizli biyolojik silah programı yürüttüğü ve zaman zaman buna başvurduğu öteden beri iddia edilmektedir. Öte yandan, kitlesel ölümlere yol açabilme potansiyeli teslim edilmekle birlikte, biyolojik silahların kullanıldığına ilişkin kanıtlanmış vakaların sayısı oldukça azdır ve etkisi sınırlı kalmıştır. Günümüzde resmen kabul edilmiş bir biyolojik silah programına sahip ülke bulunmamaktadır. Ne var ki, biyoteknoloji alanında son yıllarda tanık olunan hızlı ilerlemeler, özellikle gen düzenleme çalışmalarında elde edilen başarılar, endişelerin artmasına neden olmuştur.

Biyoteknoloji alanındaki gelişmeler, biyolojik silahların üretilmesi sürecini hızlandırmakta ve maliyetini düşürmektedir. Üç boyutlu (3D) yazıcılar, yapay zeka ve robot teknolojilerindeki ilerlemeler ise, biyoteknoloji ile üretilebilecek biyolojik silahların hızla yaygınlaşmasını kolaylaştırıyor. Daha vahimi, bu teknolojilerin devlet dışı yapıların eline geçerek suç ve terör amaçlı kullanılması ihtimalini güçlendirmiştir. Bugün bir laboratuvar ortamında, birkaç gram patojen üretmek için gereken maliyet, bir nükleer silahın üretim maliyetinin milyonda birinden bile azdır. Bu durum, özellikle düşük bütçeli terör örgütleri veya radikal gruplar için biyolojik silahları çekici bir seçenek haline getiriyor.

Hatta modern çağda, sentetik biyoloji sayesinde bilim adamları artık laboratuvar ortamında tamamen yapay virüsler tasarlayabiliyor. Yapay olarak üretilen bir virüs, doğal bağışıklık sistemlerini aşabilir veya mevcut ilaçlara karşı dirençli hale getirilebilir. Bir terör örgütü ya da radikal bir devlet, bu tür araçları kullanarak dünya çapında bir pandemi başlatabilir. Ve bu kez, doğal bir salgınla mücadele etmek için kullandığımız aşılar, ilaçlar ve tedaviler işe yaramayabilir. Çünkü bu yeni patojenler, tamamen yapay olarak tasarlanmış olacak. Örneğin, bir laboratuvarda üretilen bir virüs, yalnızca belirli bir etnik gruba veya genetik özelliklere sahip insanlara yönelik olarak programlanabilir. Bu, biyolojik silahların artık “genel” değil, “özel” bir yıkım aracı haline geldiğini gösteriyor.

Üstelik, biyolojik silahlar sadece askeri bir tehdit değil; aynı zamanda ekonomik istikrar, küresel sağlık sistemleri ve toplumsal güven açısından da ciddi riskler taşıyor. Bir biyolojik saldırı, sadece insan hayatlarını değil, ülkelerin ekonomik yapılarını da yerle bir edebilir. Salgınlar, gıda zincirlerini kesintiye uğratabilir, ticareti durdurabilir ve toplumsal düzeni bozabilir. Örneğin, tarımsal terör (agroterörizm) kapsamında kullanılan bir patojen, bir ülkenin temel gıda kaynaklarını yok edebilir. Bu, sadece ekonomik krize değil, aynı zamanda toplumsal panik ve kaosa da yol açabilir. İşte bu nedenle, biyolojik silahlar, üçüncü bir dünya savaşı senaryosunda “isimsiz” bir tehdit olarak karşımıza çıkıyor. Medya bile bu konuyu fazla ele almaktan çekiniyor, çünkü biyolojik savaşın gerçek boyutları ve potansiyel yıkımı, insanların sindirmesi zor bir gerçeklik.

Türkiye için ise bu konu, hayati bir öneme sahip. Coğrafi konumu itibarıyla stratejik bir bölge olan Türkiye, bölgesel çatışmalarda biyolojik silahların kullanılmasının ilk hedeflerinden biri olabilir. Üstelik, biyolojik silahların düşük maliyeti ve yüksek etki gücü, onları özellikle asimetrik savaş senaryolarında çekici kılıyor. Türkiye’nin geleceği için bu konunun sürekli göz önünde bulundurulması gerekiyor. Savunma stratejilerinin, biyolojik tehditlere karşı da hazır olması şart. Çünkü bir gün, bu görünmez düşman kapımızı çalabilir – ve o noktada hazırlıksız yakalanmak, bedeli en ağır ödenecek hata olacaktır.

Biyolojik Savaş ve Sessiz İstila (2025)
Biyolojik Savaş ve Sessiz İstila (2025)

Biyolojik Silahların ve Biyoterörizmin Evrimi

Biyolojik silahların ve biyoterörizmin evrimi, insanlık tarihinin derinliklerine uzanan karmaşık ve çok boyutlu bir gelişim süreci olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu süreç, antik çağlarda doğanın sunduğu doğal zehirler ve çürümüş organik maddelerin kullanıldığı ilkel yöntemlerden, modern laboratuvar teknolojilerinde elde edilen sofistike patojen kültürleme, genetik modifikasyon ve aerosolizasyon tekniklerine kadar uzanır. Tarih boyunca devletler, imparatorluklar ve hatta küçük gruplar, düşmanın savunma mekanizmalarını zayıflatmak, toplumsal panik yaratmak ve stratejik üstünlük sağlamak amacıyla biyolojik ajanları kullanmışlardır. Bu bağlamda, çeşitli dönemlerden alınan teknik ve taktik örnekleri, biyolojik silahların evrimsel gelişiminin ne denli çok katmanlı olduğunu gözler önüne sermektedir.

Antik Asur İmparatorluğu döneminde, düşmanlarının su kaynaklarını kirletmek amacıyla kullanılan yöntemler, biyolojik silahların ilk örnekleri arasında yer alır. Asurlular, çavdar gibi tahılların çürümesiyle oluşan toksinleri suya karıştırarak, düşman kuvvetlerinin içme suyunu zehirlemiş ve böylece onların savaşma kapasitesini düşürmeyi hedeflemişlerdir. Benzer şekilde, M.Ö. 598 yılında Atinalı Solon’un, ishal yapıcı bitkisel özleri kullanarak Krissa kenti kuşatmasında su depolarını zehirlemesi, erken dönem biyolojik saldırı taktiklerinin mühendislikten ziyade pratik doğasını ortaya koyar. Bu örneklerde kullanılan doğal toksinlerin, modern kimyasal sentez yöntemleriyle üretilen ajanlara kıyasla daha ilkel olsa da, etkilerinin geniş çaplı olması ve toplumsal travmayı tetiklemesi, biyolojik silahların stratejik potansiyelini erken dönemden itibaren göstermektedir.

M.Ö. 184’de Bergamon kralının II. Eumenes’e karşı gerçekleştirilen deniz savaşında, Hannibal’ın askerlerinin düşman gemilerine, toprak testilerle doldurulmuş yılanlar fırlatması, biyolojik silahların dolaylı olarak kullanıldığı bir diğer taktik örneğidir. Bu strateji, doğrudan patojen kullanımından ziyade, düşman moralini bozacak unsurların entegre edilmesiyle dikkat çekmektedir. Orta Çağ’da ise, kuşatmalar sırasında enfekte cesetlerin surlara atılması, salgın hastalıkların yayılmasını hızlandırmış ve kalelerin düşmesine zemin hazırlamıştır. Örneğin, 1422’deki Carolstein savaşında Litvanyalı askerlerin, vebalı cesetleri dışkıyla karıştırarak düşman kalelerine fırlatması, biyolojik saldırının teknik detaylarının –örneğin patojenin çevresel dayanıklılığı, bulaşma yolları ve istenilen etki için gerekli dozaj– özenle hesaplandığının göstergesidir.

Orta çağda özellikle kale kuşatması sırasında, vebadan ölmüş insan cesetlerini düşman surlarına atarak salgının başlatılması modaydı ve bu durum biyolojik silah taktiklerinin toplumsal travmayı tetikleyen boyutuna işaret eder. Aynı dönemde, İngiliz kuvvetlerinin Türk soylu Amerika yerlilerine dostluk amacıyla çiçek hastalığı etkeni taşıyan battaniye ve mendil armağan etmesi, biyolojik saldırının dolaylı bir biçimde nüfusun sağlığını tehdit etme stratejisini yansıtır. Napolyon’un İtalya seferinde Mantua’da, su havuzlarına bataklık ateşi humması benzeri patojenleri ekme girişimleri, biyolojik ajanların su kaynakları vasıtasıyla yayılma potansiyelinin hesaplandığı teknik örneklerdendir.

Louis Pasteur ve Robert Koch gibi öncü bilim insanlarının çalışmaları, mikroorganizmaların laboratuvar ortamında izole edilmesi, saflaştırılması ve yoğunlaştırılması konularında devrim yaratmış; böylece biyolojik silahların kontrollü üretimine yönelik teknik altyapı oluşturulmuştur. Birinci Dünya Savaşı öncesinde, Almanya başta olmak üzere, devletler arasında artan rekabet, biyolojik ajanların laboratuvar ölçeğinde üretilip, deneysel olarak saldırı senaryolarında kullanılmasını teşvik etmiştir. Bu dönemde, patojenlerin çevresel faktörlere (sıcaklık, nem, ışık gibi) dayanıklılığı, sporlaşma özellikleri ve aerosol formundaki yayılım kabiliyetleri gibi teknik detaylar titizlikle incelenmiştir.

İkinci Dünya Savaşı sırasında, Japonya’nın Birim 731 programı dışında, Nazi Almanyası’nın da biyolojik silah araştırmalarında, şarbon – Bacillus anthracis gibi ajanların kontrollü üretimi ve aerosolizasyonu üzerine yoğunlaştığı bilinmektedir. Bu programlarda, laboratuvar ortamında patojenlerin genetik yapıları modifiye edilerek, virülans ve bulaşıcılıkları artırılmaya çalışılmış; böylece, düşman ordularının hem askeri hem de sivil nüfusu hedef alan saldırılar düzenlenmiştir. Laboratuvar tekniklerinin yanı sıra, üretim süreçlerinin otomasyonu, yüksek kapasiteli fermentasyon sistemleri ve biyoreaktörlerde kullanılan gelişmiş kontrol mekanizmaları, patojenlerin üretiminde tutarlılığın sağlanması açısından kritik teknik detaylar arasında yer almıştır.

Soğuk Savaş döneminde, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği arasında gizli bir “biyolojik silah yarışı” başladı. Bu dönemde laboratuvarlarda üretilen patojenler, nükleer silahlardan bile daha ucuz ve daha kolay yayılabilir bir alternatif haline geldi. Sovyetler Birliği, Biopreparat adlı gizli bir program altında şarbon, çiçek hastalığı ve Ebola gibi öldürücü virüsleri silah olarak geliştirdi. Örneğin, şarbon sporları, birkaç gram ile bir şehrin tamamını kasıp kavurabilecek güce sahipti. Güney Afirka’da de benzer çalışmalar yürütürken, özellikle Project Coast gibi projelerle biyolojik silahların potansiyel yıkım gücünü araştırdı. Ancak bu dönemde yapılan çalışmalar, uluslararası arenada ciddi endişelere yol açtı.

Özellikle 1972 yılında imzalanan Biyolojik Silahlar Sözleşmesi (BWC) ile biyolojik silahların geliştirilmesi, depolanması ve kullanılması yasaklandı. Ancak bu sözleşme, devletlerin gizli programlarını tamamen durdurmasını sağlayamadı. Sağladı sanan varsa da o saf kalpli insan lütfen beni bulsun.

Bugün ise biyolojik savaşın doğası tamamen değişti. Artık devletler, yalnızca gizli laboratuvarlarla sınırlı kalmıyor. Büyük ilaç şirketleri ve kimya endüstrisi, bu alanda milyonlarca kez daha tehlikeli ürünler geliştirebilecek kapasiteye sahip. Modern biyoteknoloji ve genetik mühendisliği sayesinde, bir laboratuvar ortamında birkaç hafta içinde yeni bir patojen tasarlamak mümkün hale geldi. Üstelik, bu süreç artık devletlerin elinde değil, özel sektör tarafından da gerçekleştirilebilir hale geldi. Bu tür senaryolar, uluslararası düzenlemelerin ve denetim mekanizmalarının eksikliğini açıkça ortaya koyuyor. Üstelik, bu tür gelişmeler, biyolojik savaşın artık yalnızca devletlerin elinde değil, özel sektörün de kontrolü altına girebileceğini gösteriyor.

Rusya’nın 2022 yılında Ukrayna savaşı sırasında ortaya attığı iddialar, biyolojik savaş konusundaki tartışmaları yeniden alevlendirdi. Rus askeri güçlerine bağlı Radyasyon, Kimyasal ve Biyolojik Savunma Kuvvetleri Komutanı İgor Kirillov , ABD’nin Ukrayna’daki askeri biyolojik programı konusunda açıklamalarda bulundu. Kirillov, Pentagon’un eski Sovyetler Birliği coğrafyasında askeri biyolojik programlar yürüttüğünü belirtti ve şu sözleri kullandı:

“Ukrayna’da 30 biyolojik laboratuvarı içeren bir ağ oluşturuldu. Bunlar, bilimsel araştırma ve sıhhi epidemiyolojik olarak iki türdür. Askeri kuruma bağlı Black and Veatch şirketi, söz konusu projelerin uygulanması sürecinde yer alıyor.”

Kirillov ayrıca, söz konusu laboratuvarların Ukrayna’nın Lviv, Harkiv ve Poltava kentlerinde bulunduğunu ve burada “veba, şarbon, bruselloz, difteri, salmonelloz, dizanteri patojenleri izine rastlandığını” ileri sürdü. Rus yetkililer, bu laboratuvarların acilen imha edildiğini açıklasa da bu iddialar uluslararası arenada ciddi tartışmalara yol açtı. ABD ve Ukrayna hükümetleri ise bu tür laboratuvarların bölgesel salgın hastalıkları izlemek ve önlemek amacıyla kurulmuş sağlık merkezleri olduğunu belirterek iddiaları reddetti.

Ancak bu açıklama, biyolojik savaşın günümüzde nasıl bir tehdit haline geldiğini açıkça gösteriyor. Eğer bu iddialar doğruysa, dünya çapında bir pandeminin tetiklenmesi ihtimali bile söz konusu olabilir. Eğer yanlışsa bile, bu tür haberlerin yayılması bile toplumsal panik ve güvensizliğe neden olabilir.

Biyolojik savaşın tarihi, sadece insanların birbirlerine zarar verme kapasitesinin evrimini değil, aynı zamanda bilimin nasıl bir silah olarak kullanılabilir hale geldiğini de anlatır. Bugün laboratuvarlarda geliştirilen bir virüs, yarın bir şehri kasıp kavuran bir pandemiye dönüşebilir. Ve bu, sadece bir ihtimal değil; modern teknolojinin sunduğu imkanlarla giderek daha somut bir tehdit haline geliyor.

Biyolojik Savaş ve Sessiz İstila (2025)
Biyolojik Savaş ve Sessiz İstila (2025)

Biyoteknolojinin Silah Sistemlerine Entegrasyonu

Biyoteknolojinin silah sistemlerine entegrasyonu, modern savunma ve saldırı stratejilerinde devrim niteliğinde bir dönüşümü beraberinde getirmiştir. Bu dönüşüm, özellikle gen düzenleme teknikleri ve CRISPR-Cas9 sisteminin sunduğu olağanüstü hassasiyet ve hız sayesinde, biyolojik silahların tasarımında ve üretiminde önceden görülmemiş olanakları ortaya koymaktadır. Aslında, günümüzün jeopolitik ortamında, üçüncü dünya savaşı hazırlıkları kapsamında ABD ve Çin gibi süper güçlerin milyarlarca dolarlık gizli bütçelerle, tıp ve biyoteknoloji alanındaki önde gelen özel sektör firmaları aracılığıyla bu teknolojiler üzerinde yoğun çalışmalar yürüttükleri kesinlikle göz ardı edilemez. Tekrar ediyorum,böyle bir gerçeği kabul etmemek, stratejik açıdan aptallıktır.

CRISPR-Cas9 teknolojisi, bakterilerde doğal olarak bulunan bir savunma mekanizmasının modifiye edilmesiyle geliştirilmiş, genetik materyali hedef alan bir sistemdir. Kısa RNA (guide RNA – gRNA) kullanılarak, belirli DNA dizilerini tanıyan bu sistem, Cas9 enzimini o bölgeye yönlendirir ve çift iplikli DNA kırığı oluşturur. Bu kırık, hücrenin kendi tamir mekanizmaları (non-homologous end joining veya homology-directed repair) aracılığıyla tamir edilirken, istenilen genetik modifikasyonların eklenmesine ya da mevcut dizilerin bozularak işlev kaybına uğratılmasına olanak tanır. Bu teknik, biyolojik ajanların genetik yapısının istenilen özelliklere göre değiştirilmesinde –örneğin, bağışıklık sisteminden kaçınma, aşırı virülans, antibiyotik direnci ve spesifik hedef popülasyonlara yönelik patojen üretimi– devrim niteliğinde bir araç sunmaktadır.

Gen düzenleme teknolojilerinin sunduğu bu esneklik, biyolojik silahların üretim süreçlerini dramatik biçimde hızlandırmaktadır. Laboratuvar ortamında patojenlerin genetik yapıları detaylı olarak haritalandırılmakta ve CRISPR tabanlı sistemlerle bu yapı üzerinde hassas değişiklikler yapılabilmektedir. Örneğin, bir patojenin yüzey proteinlerine yönelik genetik modifikasyonlar, onun ev sahibi organizmanın immün sisteminden kaçınmasını sağlayarak, geleneksel aşıların etkisini azaltabilir. Benzer şekilde, replikasyon hızını artıracak veya çevresel stres faktörlerine karşı dayanıklılığını optimize edecek mutasyonlar, patojenin kitlesel bulaşıcılığını artırabilir. Bu tür modifikasyonlar, yalnızca saldırı amaçlı biyolojik ajanların üretiminde değil, aynı zamanda mevcut tedavi yöntemlerine karşı direnç geliştiren “süper patojen”lerin ortaya çıkmasında da kritik rol oynamaktadır.

CRISPR-Cas9 sisteminin yanı sıra, CRISPR-Cas12 ve Cas13 gibi alternatif enzimler de geliştirilmiştir. Bu enzimler, DNA yerine RNA hedef alabilmekte ve bu sayede RNA virüslerine yönelik modifikasyonların yapılmasına olanak tanımaktadır. Böylece, biyolojik silah teknolojilerinde kullanılabilecek ajanların spektrumu genişlemekte, hem DNA hem de RNA bazlı patojenler üzerinde hassas gen düzenlemeleri gerçekleştirilebilmektedir. Ayrıca, CRISPR teknolojisinin geliştirilmesiyle birlikte, “off-target” etkilerinin minimize edilmesi için algoritmalar ve optimizasyon teknikleri geliştirilmiş; böylece, hedeflenen genetik modifikasyonların istenmeyen yan etkileri en aza indirilmeye çalışılmaktadır. Bu da, biyolojik ajanların daha kontrollü ve öngörülebilir şekilde modifiye edilebilmesini sağlamaktadır.

Teknik açıdan bakıldığında, gen düzenleme uygulamalarında kullanılan vektörler (örneğin, adenovirüs, lentivirüs ve nanopartiküller) patojenin hedef hücrelerine genetik materyali aktarmada önemli bir araçtır. Bu vektörlerin optimizasyonu, hedef hücrelere yüksek verimlilikle gen teslimatı yapılmasını sağlar; böylece biyolojik silahların üretim sürecinde “çift kullanım” (dual-use) riski de artar. Nanoteknoloji, burada devreye girerek, CRISPR bileşenlerinin stabilitesini artırmak, hedefe ulaşımını kolaylaştırmak ve istenmeyen yan etkileri minimize etmek amacıyla kullanılmaktadır. Nanokapsüller, CRISPR bileşenlerini koruyarak, ortam koşullarına (sıcaklık, pH, nem gibi) karşı dayanıklılıklarını artırır ve bu bileşenlerin istenilen hücrelere kontrollü bir şekilde salınmasını sağlar.

Ayrıca, gelişmiş gen düzenleme teknikleri, genetik “sürü” (gene drive) teknolojisi ile birleştirildiğinde, patojen popülasyonlarının hızla istenmeyen özellikler kazanmasına veya belirli genlerin tüm popülasyona yayılmasına olanak tanımaktadır. Bu tür uygulamalar, doğal evrimsel süreçleri hızlandırarak, biyolojik silahların kitlesel etkisini artırabilecek yapılar ortaya koyabilir. Gen sürüleri, kontrol mekanizmaları henüz tam olarak geliştirilmemiş olsa da, teorik olarak bir patojenin belirli özelliklerini tüm popülasyona yayma kapasitesine sahiptir; bu durum, gelecekte biyolojik silahların etkisinin ne denli geniş çaplı olabileceğini göstermektedir.

Gizli bütçeler ve örtülü finansman kaynakları aracılığıyla desteklenebilecek bu tip projeler, kamuya açık araştırma programlarının ötesinde, askeri uygulamalara yönelik son derece sofistike ve tehlikeli biyolojik ajanların geliştirilmesine olanak tanımaktadır. Birçok analist, bu tür projelerin, uluslararası denetim mekanizmaları ve etik kuralların ötesine geçerek, devletlerin askeri stratejilerini yeniden şekillendiren “gizli biyoteknoloji yarışları” olarak değerlendirilebileceğini öne sürmektedir.

Rusya, ABD ve Çin gibi ülkelerin, savunma bütçelerinin sadece askerî teknolojilerle sınırlı kalmayıp, aynı zamanda biyoteknoloji, genetik mühendisliği ve nanoteknoloji alanlarına da yoğun yatırım yaptıkları bilinmektedir. Bu durum, gelecekte olası bir küresel çatışma durumunda, biyolojik silahların kullanılması riskini artırmakta ve uluslararası toplumun bu tehditlere karşı kolektif önlemler geliştirmesini zorunlu kılmaktadır.


Katmanlı İmalat, 3D Yazıcı Teknolojisi ve Nanoteknolojinin Yükselişi

Biyolojik silahların ve diğer asimetrik tehditlerin geliştirilmesinde teknolojinin rolü her geçen gün artarken, katmanlı imalat (3D yazıcı teknolojisi) ve nanoteknoloji, üretim süreçlerini kökten değiştiren devrim niteliğinde araçlar olarak öne çıkmaktadır. Bu teknolojiler, yalnızca askeri donanım ve sivil üretimde kullanılmakla kalmayıp, aynı zamanda biyolojik ajanların üretilmesi, depolanması ve hedefe yönelik kontrollü salımında kritik avantajlar sağlamaktadır.

Katmanlı imalat teknolojisi, temel prensibi olarak malzemenin katman katman eklenmesi yoluyla üç boyutlu nesnelerin üretilmesini sağlar. Bu yöntem, geleneksel imalat tekniklerine göre çok daha az israf üretirken, üretim sürecinin hızını ve esnekliğini önemli ölçüde artırır. Özellikle 3D yazıcılar, yüksek çözünürlüklü lazer veya mürekkep püskürtme teknolojileri kullanarak, milimetre ya da hatta mikrometre ölçeğinde detaylara sahip ürünlerin üretilmesini mümkün kılar. Laboratuvar ekipmanları, mikro biyolojik cihazlar ve biyolojik reaktörler gibi kritik donanımlar, bu teknoloji sayesinde yerinde, kısa sürede ve düşük maliyetle üretilebilmektedir.

Örneğin, günümüzde kullanılan gelişmiş 3D yazıcı sistemleri, polimer, metal ve hatta seramik gibi çok çeşitli malzemeleri işleyebilme kapasitesine sahiptir. Bu sistemlerde, bilgisayar destekli tasarım (CAD) yazılımları aracılığıyla oluşturulan modeller, otomatik olarak dilimlenir ve yazıcının her bir katmanı belirlenen kalınlıkta üretmesi sağlanır. Katman kalınlığının milimetreden mikrometreye inebildiği bu süreçte, malzemenin mekanik dayanıklılığı, ısıya ve kimyasal etkilere karşı direnci gibi özellikler de optimize edilir. Özellikle savunma sanayinde, acil müdahale gerektiren durumlarda, sahada kritik parçaların hızlıca üretilmesi ve değiştirilmesi, operasyonel verimliliği artırırken lojistik yükü azaltır.

Nanoteknoloji ise, malzemenin atomik veya moleküler ölçeklerde işlenmesini ve kontrol altına alınmasını sağlayarak, katmanlı imalatın sunduğu makroskobik avantajları mikro ve nanoskala taşımaktadır. Nanokapsüller, mikro kapsüller ve diğer nano taşıyıcı sistemler, biyolojik ajanların kontrollü salımını ve çevresel etkilere karşı korunmasını sağlamak amacıyla geliştirilmiştir. Bu kapsüller, CRISPR bileşenleri ya da gen düzenleme araçlarının stabilitesini artırmak için kullanılan nanomalzemeler gibi, hem biyolojik hem de kimyasal ajanların istenmeyen yan etkilerini minimize etmekte, hedefe yönelik salım süreçlerini optimize etmektedir. Örneğin, nanopartiküller kullanılarak oluşturulan taşıyıcı sistemler, patojenlerin belirli çevresel koşullarda (örneğin, sıcaklık, pH ve nem gibi) daha stabil kalmasını ve hedef hücrelere kontrollü bir şekilde iletilmesini sağlar.

Şimdi bu yazdıklarımı kısaca özetleyeyim ve siz de bir sonraki paragrafı bitirdiğinizde “Türkiye bunu yapıyor mu?” diye kendinize sorarak cevabını düşünün…

Devlet endüstrileri, bu teknolojilerin geliştirilmesi için özel olarak şekillendirilmiş üretim tesisleri, araştırma laboratuvarları ve otomasyon sistemleri kurmaktadır. Bu tesislerde, katmanlı imalat teknolojisinin yanı sıra, nanoteknoloji tabanlı malzeme işleme ve genetik mühendislik uygulamalarını bir araya getiren kompleks sistemler devreye alınmaktadır. Endüstriyel robotlar, otomatik kalite kontrol sistemleri, gerçek zamanlı sensör verileri ve yapay zekâ destekli üretim izleme sistemleri, bu tesislerde entegre bir şekilde çalışarak, üretim süreçlerinin yüksek verimlilik ve güvenilirlikle gerçekleşmesini sağlamaktadır. Örneğin, üretim hattında kullanılan robotlar, malzemenin her katmanını mikroskobik düzeyde kontrol ederken, nanoteknolojik ölçüm cihazları, baskı sırasında oluşabilecek mikroskobik kusurları anında tespit edip düzeltme imkânı sunar.

Sonuç: İnanılmaz hızlı üretilebilen ve yayılabilen silahların, sıfıra yakın bir maliyetle endüstrileştirilmesi.

Var mı bir cevabınız?

Neyse biz devam edelim.

Ayrıca, bu teknolojilerin savunma amaçlı kullanımında, üretim sürecinin her aşamasında detaylı kalite kontrol ve güvenlik protokolleri uygulanmaktadır. Üretilen parçaların ve cihazların, biyolojik ajanların taşınması veya salımı gibi kritik uygulamalarda kullanılmadan önce, laboratuvar ortamında kapsamlı testlere tabi tutulması, teknik standartların ve uluslararası normların sağlanması açısından elzemdir. Üretim sürecinde kullanılan ileri seviye yazılım algoritmaları, malzeme akışını, ısı dağılımını ve baskı kalitesini sürekli olarak izleyerek, olası hata payını en aza indirgemeye yönelik çalışmaktadır.Bir önceki yazımda bu süreçleri seviye seviye anlatmıştım o yüzden şimdi tekrar anlatmıyorum.

https://www.akarhotel.com.tr/
https://www.akarhotel.com.tr/

Üçüncü Dünya Savaşı Senaryosu

Bu bölüme çoksevdiğim iki özlü söz ile başlamak isterim;

“Barış, yalnızca savaşın hazırlık dönemidir.”

ve

“Harekete geçmeyen vizyon, halüsinasyondur.”

Bu sözler, tarih boyunca pek çok savaşın ya da hayat görüşünün – psikolojinin başlangıcını özetler nitelikte olsa da, geleceğin savaşlarını anlamak için biraz daha derine inmek gerekiyor. Bugün size anlatacağım senaryo, aslında benim derslerimde sıklıkla kullandığım bir simülasyon örneği. Bu senaryoyu, askeri sistemlerin ve istihbarat örgütlerinin gerçek hayatta sık sık yaptığı gibi, teorik bir savaş modeli üzerinden ele alıyorum. Yakında yayımlanacak kitabım ise bu tür senaryoların matematik modelleriyle nasıl analiz edilebileceğini detaylı bir şekilde açıklayacak. Ancak şimdilik, sabrınızı biraz daha zorlamam gerekecek. Şimdi, bu karanlık ama son derece olası senaryoya birlikte göz atalım.

1. Biyolojik Savaş ile Stratejik Aldatma ve Başlangıç

Savaş, beklenenin aksine açık bir saldırıyla değil, sessiz ve görünmez bir tehditle başlar…

“G-7 İttifakı” adını taşıyan bir koalisyon, “insani yardım” kisvesi altında, hedef ülkelerin su kaynaklarına ve tarım ağlarına genetiği değiştirilmiş bir patojen enjekte etti. Bu patojen, doğal bir salgın gibi görünüyordu ama gerçekte tamamen yapaydı. Bilim adamları, virüsün DNA’sını belirli etnik grupları hedef alacak şekilde tasarlamıştı. Örneğin, nüfusun %40’ını sessizce yok ederken, geri kalanını ise “bağışıklık pasaportu” sistemiyle kontrol altına almaya başladılar.

Bu sistem, insanların hareketlerini ve yaşamlarını tamamen düzenlemek için kullanıldı. İnsanlar, sağlık durumlarına göre sınıflandırıldı ve yalnızca belirli bölgelere erişim izni verildi. Dünya Sağlık Örgütü (WHO), salgını “doğal mutasyon” olarak açıkladı ve halkı sakinleştirmeye çalıştı. Ancak gerçekte, G-7 liderleri arka planda küresel nüfus mühendisliğini yönetiyordu. Hedefler netti: Kaynakların yeniden dağıtımı için nüfusu azaltmak ve hayatta kalanları tamamen bağımlı hale getirmek. İnsanlar, bu sürecin farkına varmadan önce çoktan yeni bir dünya düzeninin parçası haline gelmişti.

Bu süreçte, özellikle Afrika ve Güneydoğu Asya gibi bölgelerdeki su kaynaklarının zehirlendiği iddia edildi. Tarım alanları ise genetiği değiştirilmiş patojenlerle bulaştırıldı ve mahsuller büyük oranda tahrip oldu. Bu durum, gıda krizini tetikledi ve bazı ülkelerde açlık çanları çalmaya başladı. İnsanlar, bu durumu doğal bir felaket olarak kabul etse de gerçekte bu bir savaş stratejisiydi. Hedef, insanları güçlerin kontrolü altına almak ve direnmelerini imkânsız hale getirmekti.

2. İlk Darbe

Biyolojik saldırıdan birkaç hafta sonra, yapay zekâ destekli siber ordular devreye girer…

Küresel finans sistemleri 72 saat içinde çöktü. ABD Merkez Bankası’nın algoritmaları ele geçirildi; Bitcoin ve altın rezervleri blok zincirlerinden silindi. Avrupa’nın enerji şebekeleri ise Çin’in “Sosyal Kredi Sistemi” üzerinden aşırı yüklenerek patlatıldı. Dünya Bankası’nın verilerine göre, sadece 48 saatte 30 trilyon dolar buharlaştı.

Ekonomik kaos, devletleri “acil durum diktatörlükleri” ilan etmeye zorladı. Halk, gıda ve ilaç için birbirini öldürmeye başladı. Sokaklarda çatışmalar artarken, hükümetler artık kontrolü tamamen kaybetmiş gibiydi. Ancak bu kaos, aslında planın bir parçasıydı. Nüfusun panik içinde olması, güçlerin el değiştirmesini kolaylaştırıyordu. İnsanlar, artık neye inanacaklarını bilemeden, her türlü bilgiyi şüpheyle karşılamaya başladı. Medya ve sosyal platformlar, bu süreçte tamamen manipüle edildi ve halka yanlış bilgiler aktarıldı.

Bu süreçte, özellikle küçük ve orta ölçekli ülkelerdeki hükümetler çöktü. Büyük güçler ise bu kaostan faydalanarak, daha fazla toprak ve kaynak ele geçirdi. Ekonomik çöküş, insanların umutsuzluğunu artırdı ve direnmelerini imkânsız hale getirdi. İnsanlar, artık kendi hükümetlerine bile güvenemediklerini hissediyorlardı.

3. Sessiz İmha

Kuzey Kutbu’nda patlak veren yapay depremler, Rusya ve NATO arasındaki gerilimi nükleer savaş eşiğine taşıdı. HAARP teknolojisiyle tetiklenen kasırgalar, Asya’nın pirinç tarlalarını yok etti. Su kaynaklarını kontrol etmek için Afrika’daki Nil ve Kongo nehirleri, drone sürüleriyle zehirlendi. BM raporlarına göre, “iklim göçmeni” sayısının 1 milyarı aştığı duyuruldu. Ancak gerçek hedef, kaynakları ele geçirmek için nüfusu azaltmaktı.

G-7, “temizlenmiş” bölgelere özerk tarım kolonileri kurmaya başladı. Geriye kalanlar ise açlıkla terbiye edildi. Bu süreçte, kıtalararası su ve gıda dağılımı tamamen merkezi bir sistem tarafından kontrol ediliyordu. İnsanlar, artık ne zaman yiyeceklerini bile kendileri seçemiyordu. Bu durum, özellikle Afrika ve Orta Doğu gibi bölgelerde şiddetli isyanlara yol açsa da bu isyanlar genellikle hızlı bir şekilde bastırıldı.

Bu süreçte, özellikle su kaynaklarının kontrolü büyük önem kazandı. Su, artık bir silah haline geldi. Kimin ne kadar suya erişebileceği, tamamen merkezi bir sistem tarafından belirleniyordu. Bu durum, özellikle kurak bölgelerde yaşayan insanlar için ölüm kalım mücadelesine dönüştü. İnsanlar, su için savaşmaya başladı ve bu savaşlar, çoğu zaman kanlı sonuçlar doğurdu.

4. Uluslararası Hukukun Ölümü

Cenevre Sözleşmeleri, özel askeri şirketler (PMC’ler) tarafından parçalandı. Rus Wagner Grubu, Afrika’daki uranyum madenlerini ele geçirirken, Amerikan Blackwater paralı askerleri Güney Amerika’daki su barajlarını kontrol etti. Nükleer silahlar, devletlerden PMC’lere devredildi. BM Güvenlik Konseyi dağıldı ve yerine “Küresel Kaynak Konseyi” adlı bir kartel geçti. Bu konsey, hayatta kalan devletlere “koruma vergisi” dayatırken, direnenler hedefe özel virüslerle susturuldu.

Uluslararası hukuk artık bir formaliteydi. Güçler, artık devletlerin değil, özel şirketlerin elindeydi. İnsan hakları, ekonomik özgürlükler ve demokrasi kavramları tamamen unutulmuştu. İnsanlar, artık kendi hayatlarını bile kontrol edemez hale geldi. Her şey, merkezi bir sistem tarafından yönetiliyordu ve bu sistem, insanların ihtiyaçlarını değil, çıkarlarını öncelikli tutuyordu.

Bu süreçte, özellikle küçük ve orta ölçekli ülkelerdeki hükümetler tamamen çöktü. Büyük güçler ise bu kaostan faydalanarak, daha fazla toprak ve kaynak ele geçirdi. İnsanlar, artık kendi hükümetlerine bile güvenemediklerini hissediyorlardı. Medya ve sosyal platformlar, bu süreçte tamamen manipüle edildi ve halka yanlış bilgiler aktarıldı.

5. Dijital Kölelik ve Transhümanizm

Savaşın dördüncü yılında, hayatta kalan nüfus biyometrik çipler aracılığıyla yönetilmeye başlandı. “Pandemik Acil Durum Yasası” altında, çipsiz bireylerin gıda, su ve ilaç erişimi engellendi. Yapay zekâ, tüm iletişimi izleyerek “devlete tehdit” olarak işaretlediği kişileri otomatik infaz etti.

Transhümanizm ise zorunlu hale getirildi. Askerler, nöro-implantalar ile kontrol edilen süper askerlere dönüştürülürken, siviller “duygusal stabilite” adına lobotomize edildi. İnsan vücudu artık bir makine gibi görülmeye başlandı. Kimin ne kadar uzun yaşayacağı, kimin ne kadar üretken olacağı, tamamen algoritmalar tarafından belirleniyordu. İnsanlar, artık kendi bedenlerini bile kontrol edemez hale geldi. Her şey, merkezi bir sistem tarafından yönetiliyordu.

Bu süreçte, özellikle genç nesiller üzerinde yapılan deneyler, insan vücudunun sınırlarını zorlamaya yönelikti. İnsanlar, artık sadece biyolojik varlıklar değil, aynı zamanda dijital varlıklar haline geldi. Herkes, bir kodla tanımlanıyor ve bu kod, insanların hayatlarını tamamen belirliyordu. İnsan hakları, artık bir lüks değildi. İnsanlar, artık sadece birer veri noktası haline gelmişti.

6. Final Senaryosu

Savaşın galibi olmadı...

Ancak küresel nüfusun %70’i yok oldu, geriye kalanlar ise 10 şirket-devletin kontrolündeki “Yeşil Bölgeler”de köleleştirildi. Yeni dünya düzeni, “Post-Human Manifesto” ile ilan edildi: İnsanlık, genetik mükemmellik ve yapay zekâ ile birleşerek “üstün ırk”a evrilecek, direnenler ise biyolojik atık olarak imha edildi.

Olmaz olmaz demeyin;

“Savaş asla insanlığı yok etmez; yalnızca onu yeniden tanımlar. Zafer, en acımasız olanındır.”

Bu senaryo, tabii ki tamamen kuramsal. Ancak günümüzdeki teknolojik gelişmeler ve siyasi eğilimler, bu tür bir geleceği mümkün kılıyor. Kitabımda bu senaryoların matematiksel modellerini ve olasılıklarını daha detaylı bir şekilde ele alacağım. Ancak şimdilik, bu karanlık fikirler üzerine düşünmek ve neler yapabileceğimizi değerlendirmek sizin göreviniz. Çünkü savaşlar, her zaman en iyi hazırlanmış olanların lehine sonuçlanır. Ve bu sefer sıradaki savaş, laboratuvarlarda başlayabilir.

Biyolojik Savaş ve Sessiz İstila (2025)
Biyolojik Savaş ve Sessiz İstila (2025)

Türkiye Ne yapabilir?

Günümüz dünyasında uluslararası güvenlik, artık yalnızca askeri güç unsurlarına dayanmıyor. Toplumsal refah, ekonomik istikrar, çevresel sürdürülebilirlik ve kültürel etkileşim gibi çok boyutlu dinamikler de bu denkleme dahil oluyor. Geleneksel savaş anlayışının ötesine geçerek, biyolojik ve kimyasal terör gibi asimetrik tehditler neredeyse varoluşsal bir zorluk halini almış durumda. COVID-19 pandemisinin ortaya koyduğu gibi, devletler bu tür biyolojik krizlere karşı hazırlıksız kalabiliyor. Türkiye, ulusal güvenliğini ve ekonomik bağımsızlığını riske atmamak için biyolojik ve kimyasal savunma altyapısını güçlendiren somut adımlar atmalı. Bu yazıda, insan kaynağı, yapay zekâ, stratejik uluslararası işbirlikleri ve eğitim reformu gibi alanlarda atılması gereken adımları, küresel örneklerden yola çıkarak detaylı bir teknik analizle ele alıyoruz.

– Nitelikli İnsan Gücü

Türkiye’nin gelecekteki biyolojik ve kimyasal savunma dönüşümünde, ilk olarak nitelikli insan gücü oluşturmak büyük önem taşıyor. Ancak son yıllarda Türkiye’den özellikle yüksek nitelikli bilim insanlarının göçü, ülkenin akademik ve teknolojik gelişimini ciddi şekilde etkiledi. Perspektif Dergisi’nin 2022 yılında yayımladığı bir analize göre, Türkiye’den Avrupa’ya yönelik beyin göçü hızla artıyor. Özellikle doktora sonrası araştırmacılar ve genç bilim insanları, daha iyi araştırma imkanları, finansal destek ve yaşam standartlarını arayarak yurtdışına yöneliyor.

Bu göçün temelinde, Türkiye’deki bilim insanlarının karşılaştığı zorluklar yatıyor: yetersiz araştırma bütçeleri, laboratuvar altyapısının eksikliği, düşük maaşlar ve akademik özgürlüğün kısıtlanması gibi faktörler, bu eğilimi tetikliyor. Örneğin, Almanya, İngiltere ve İsveç gibi ülkeler, Türk kökenli bilim insanlarına yüksek maaşlar, geniş laboratuvar imkanları ve esnek çalışma koşulları sunarak onları kendilerine çekiyor. Bu süreçte, sadece bireysel kayıplar değil, aynı zamanda ülkemizin bilimsel üretim kapasitesi de ciddi ölçüde azalıyor.

İsrail’in “beyin kazanımı” programı, bu konuda önemli bir örnek teşkil ediyor. İsrail, yurtdışındaki Yahudi bilim insanlarına 5 milyon dolara kadar araştırma fonu, %0 vergi avantajı ve ailelerine vatandaşlık imkanı sunarak 10 yılda 5.000’den fazla uzmanın geri dönmesini sağladı. Almanya ise Mükemmeliyet Girişimi kapsamında Heidelberg Üniversitesi gibi seçkin kurumlara yılda 2 milyar Euro bütçe ayırarak 15.000 yabancı araştırmacıyı ülkesine çekti. Türkiye de benzer bir model geliştirebilir.

Örneğin, “Türk Bilim İnsanları Ağı” adında yapay zekâ destekli bir platform kurarak LinkedIn, ResearchGate ve diğer akademik veritabanlarını tarayabilir; yurtdışındaki Türk kökenli uzmanlara özel 1.000.000 TL başlangıç hibesi, esnek çalışma saatleri, 10 yıl gelir vergisi muafiyeti ve özel konut kredileri gibi teklifler sunabilir. Tabi bu rakamlar ve önermeler doğal olarak değişebilir. Bu sizin ne yapmak istediğiniz ile alakalı.

Bu süreçte, İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerde “bilim dostu yaşam kampüsleri” inşa edilerek, bilim insanlarının hem mesleki hem de sosyal ihtiyaçlarını karşılamak mümkün olabilir. Ayrıca, genç bilim insanlarına yönelik mentorluk programları ve uluslararası konferanslara katılım fırsatları da sağlanmalıdır. Bu tür adımlar, Türkiye’nin nitelikli insan gücünü artırırken, aynı zamanda küresel rekabet gücünü de yükseltecektir.

– Yapay Zekâ ve Biyolojik Savunma / Savaş Entegrasyonu

Yapay zekâ, biyolojik tehditlerin erken tespitinde, hızlı ilaç tasarımında ve siber biyogüvenlikte kritik bir rol oynuyor. Güney Kore, biyolojik veri analizi için 100.000 GPU’lu süper bilgisayar kurarak COVID-19 varyantlarını 48 saatte tanımlayabilen modeller geliştirdi. ABD’nin DARPA Synergistic Discovery projesi ise yapay zekâ destekli sistemlerle patojenlerin genetik kodlarını 24 saatte çözebilen bir platform ortaya koydu.

Türkiye de benzer bir girişimle “BİYOPİA” (Milli Biyolojik AI Platformu) adı altında dijital ikiz laboratuvarlar kurabilir. Bu laboratuvarlar, biyolojik saldırı senaryolarını simüle eden sanal ortamlar oluşturarak, potansiyel tehditleri önceden tespit etmeye yardımcı olabilir. Quantum şifreleme teknikleri, TÜBİTAK ve UEKAE iş birliğiyle biyolojik verilerin hacklenmesini önlemek üzere geliştirilebilir. Ayrıca, sosyal medya izleme algoritmaları sayesinde pandemi sinyalleri dünyadaki örnekleri gibi 72 saat önceden tespit edilebilir. ASELSAN’ın savunma teknolojileri tecrübesiyle entegre edilecek biyosensörler ve taşınabilir PCR cihazları, ülkemizin dijital kalkanını güçlendirecek unsurlar arasında yer alacak.

– Küresel Biyoteknoloji İşbirlikleri

Türkiye’nin biyolojik savunma alanında küresel rekabette öne çıkabilmesi için, küresel biyoteknoloji firmalarıyla stratejik iş birlikleri büyük önem taşıyor. Suudi Arabistan, PIF aracılığıyla Moderna’nın %3 hissesini satın alarak mRNA teknolojisine erişim sağlamış; Singapur ise Temasek Holdings ile BioNTech ve CureVac’a 1.2 milyar dolar yatırım yaparak aşı üretim kapasitesini artırmış durumda.

Türkiye de benzer bir strateji izleyebilir. Örneğin, BioNTech ile müzakerelere başlayarak ülkemizde mRNA Ar-Ge Merkezi kurulabilir. Novartis’in İstanbul’daki tesislerinde yerel mühendislerin eğitimi zorunlu hale getirilerek, bilgi transferi hızlandırılabilir. Ayrıca, Türkiye Varlık Fonu (TVF) aracılığıyla kritik patent satın alınarak TÜBİTAK’a devredilebilir. Bu stratejik iş birlikleri, Türkiye’nin biyolojik savunma alanında kendi kendine yeterliliği sağlamasına yardımcı olacaktır.

Türkiye’nin ulusal biyogüvenlik kalkanını oluşturacak önemli bir merkez olarak MİL-BİYOS hayata geçirilmeli. İngiltere’nin Porton Down enstitüsü, 500 dönümlük arazi üzerinde 1.500 uzmana sahip Seviye-4 Biyogüvenlik Laboratuvarları ile dünyanın en gelişmiş tesislerinden biri olarak örnek teşkil ediyor. CEPI ise küresel epidemiyolojik hazırlığın önemini 100 günde aşı geliştirme hedefiyle 3 milyar dolar fon toplayarak ortaya koydu.

MİL-BİYOS’un yapı taşları arasında, sınır bölgelerinde konuşlandırılacak mobil biyolojik savunma üniteleri (kısa sürede aşı üretme kapasitesine sahip tırlar), Türk popülasyonunun DNA haritasını çıkaracak genetik veri bankası ve WHO ile Küresel Sağlık Güvenliği Ağı (GHSA) gibi uluslararası kuruluşlardan alınacak sertifikasyon anlaşmaları bulunmalıdır. Bu tür yatırımlar, Türkiye’nin biyolojik savunma altyapısını tamamen modernize edecektir.

– Eğitim Reformu

Geleceğin biyogüvenlik uzmanlarını yetiştirmek de uzun vadeli bir stratejik yatırımdır. Finlandiya’da BioHacker Labs, liselerde genetik mühendisliği ve biyoteknoloji atölyeleri kurarak gençlerin bu alanda erken yaşta bilgi sahibi olmalarını sağlarken, sizce Çin’de Genç Bilim Elçileri programı kapsamında 14-18 yaş arası öğrenciler askeri biyoloji laboratuvarlarında (bile) staj yapabilir mi?

Türkiye de Anadolu Biyoteknoloji Liseleri kurarak STEM odaklı eğitimin yanı sıra biyoetik ve biyogüvenlik derslerini müfredata entegre edebilir. Ayrıca, İstanbul’da kurulacak “Biyolojik CERN Projesi” gibi uluslararası enstitüler, Avrupa ve Asya’dan bilim insanlarını çekerek bilgi transferini artırabilir. Bu tür projeler, Türkiye’nin genç nesillerini geleceğin liderleri olarak yetiştirmesine katkı sağlayacaktır.

Türkiye’nin biyolojik ve kimyasal savunma dönüşümü, yalnızca askeri güç unsurlarını artıran klasik stratejilerden ibaret olmayıp, insan kaynağı, yapay zekâ, uluslararası stratejik işbirlikleri ve eğitim reformu gibi çok boyutlu yatırımları da içeren entegre bir modelle yeniden şekillendirilmelidir. Gayri nizami harp perspektifi altında, devletlerin sadece silahlanmaya odaklanması stratejik açıdan son derece aptalca bir tercih olacaktır; çünkü, modern teknolojilerin sunduğu avantajları entegre etmeyen bir savunma, küresel çatışma senaryolarında ülkenin varoluşunu tehlikeye atabilir.

Türkiye, uluslararası rekabette bilim-temelli, entegre ve çok katmanlı bir strateji geliştirerek, biyolojik terör gibi asimetrik tehditlere karşı sivil, ekonomik ve çevresel yatırımlarla desteklenen güçlü bir savunma mimarisi oluşturmalıdır. Bu yaklaşım, ülkemizin hem güvenlik hem de ekonomik bağımsızlığını koruyacak, aynı zamanda geleceğin uluslararası çatışma senaryolarında varlığını sürdürebilmesi için gerekli olan toplumsal dayanıklılığı da sağlayacaktır.

Yoksa.. anlattım işte.

Hoşçakalın.

Yorum yapın

Emeğe Saygı :)